Eylül ayı tema önerine bir göz atayım dediğimde, ilk okuduğum cümle beni hemen alıp doğruca eski bir Bizans kilisesine ışınladı. Eve sığmayan kadın! Konu başlığını okur okumaz, beynim kelimeleri sanki bir arama motoru gibi tarayıp gözümün önüne Kariye’den bir mozaik sahnesi getirdi. Bir Bizans kilisesi olarak inşa edilen, Cumhuriyet döneminde müzeye çevrilen ve yakın zamanlarda da cami olarak ibadete açılan Kariye, içinde ne olduğunu bilmeyenler için sürprizlerle dolu bir mücevher kutusu gibidir. Rehberlik hayatımda da beni en çok büyüleyen ve anlatmaktan en çok zevk aldığım yerlerden biri olmuştur.
Peki, bu ayın Eylül konusu beni İstanbul’daki eski kiliseye neden götürdü? Kilisenin orijinal ismi χώρα kelimesinin; bir şeyin bulunduğu alan, kırsal, şehir dışı gibi anlamları var ve kilise o dönemden şehir merkezinin dışında kaldığı için bu isimle anılmış olabilir. İsimle ilgili bir de mistik yorumlar vardır: Taşınamaz olanı taşıyan mekân, varlığa mekân olan uzam ve beni bu çağrışıma sürükleyen “hiçbir yere sığmayanı kendi içine sığdıran.” İşte beni bu noktaya getiren çağrışım: Eve sığmak ve hiçbir yere sığmayanı sığdırmak!
Platon, bu kelimeyi anlatmaya çalışırken son derece derin bir açıklama ile “biçimlerin ya da varlıkların aslen ait olduğu yerden alınıp geçici bir duyusal âleme geçişte tutuldukları biçimsiz aralık ya da mekân” olarak tanımlar. Bu tanımlamasıyla belki de bir çeşit anne rahmine göndermede bulunmaktadır. Platon’ın varmak istediği yer her ne olursa olsun χώρα, chora ya da daha sonra dönüştüğü haliyle Kariye, bize Meryem’in rahmini işaret eder. Hiçbir yere sığmayanı, ilahi olanı rahmine sığdıran kadın olarak Meryem’i tanımlar.
Meryem’in temsil ettiği kadın figüründe hep içime sinmeyen bir taraf olmuştur. Bir yandan hiçbir yere sığmayanı içinde taşıyacak kadar güçlü ama bir yandan da en ağır yüklerin omuzlarına bırakıldığı bir kadın… Platon gibi felsefi yaklaşacak olursak, kadın rahmi hiçbir yere sığmayana bir mekân sunan ve ruhların bedenlenmeden önce barındığı kozmik bir alan kadar yüce olandır. Ezoterik geleneklerde ve psikoanalitik yorumlarda da ilk mekân, ilk ev, ölümü ve yeniden doğuşu hatırlatan bir mağara; sürekli özlemle dönmek istediğimiz bir kaynak olarak anlatılır.
Ancak bu yüceltilme, kadını özgürleştirmek yerine sınırlandırıyor olabilir mi? Kadın öyle kutsal bir değerle donatılır ki korunmalı, saklanmalı, örtülmeli, bir yerlere sığdırılmalıdır. Yüceltilirken aynı anda daraltılan bir araç hâline getirilmektedir. Günümüz modern hayatına gelirsek, kutsal ve kudretli kadın artık yalnızca evde değil; işte, sosyal yaşamda en örnek şekilde var olmalıdır. Bir yandan da çocuklarına iyi anne olurken, bir yandan da hatta estetik sektörünü de ayakta tutan bir aparat olarak sürekli görünür olmalıdır. Kilo almayan, yaşlanmayan, her zaman iyi bir eş olan; çocuklarını zamanında okula getirip götüren, çocuklarının dersleri ve beslenme düzenleriyle aktif olarak ilgilenirken sosyal medyaya çok mutlu bir resim çizip modern ve güçlü bir kadının nasıl olması gerektiğini herkese göstermelidir. Bunun yanında, her zaman eleştiriye açık olup, her zaman yetersiz bir anne ve kadın olacağı bilgisiyle başa çıkabilecek kadar da duygusal olgunluğa erişmiş olması beklenir. Hem kutsal hem üretken hem güzel hem yorulmaz hem güçlü… Sonuçta yeni kadın artık eve sığmaz ama aynı zamanda bocalar: Neyim ben? Kutsal bir anne mi, tükenmeyen bir işçi mi, arzu nesnesi mi? Sistemden gelen cevap şudur: Hepsi. Çünkü sistem, kadının her şeyi yapabileceğine onu inandırmıştır. Bu inanç öyle güçlüdür ki artık kimsenin zorlamasına gerek kalmaz. Kadın, bedeni ve ruhu üzerinden işleyen düzenin kusursuz dişlisi hâline gelir.
Tüm bunlara kafa yorarken ve kendim için bu acımasız sistem içinde kendimi tüketmeden var olabilmenin yollarını ararken, aklıma yine Bert Hellinger’in annesine yazdığı o muhteşem mektup geldi. Ve yine parçalar yerine oturmaya başladı.
“Anneciğim,” demişti Hellinger,
“Sana sıradan bir kadın olma hakkını yeniden teslim ediyorum. Ve seni dünyanın en iyi kadını olma beklentimden azat ediyorum.”
Kadının geliştirmesi gereken bir güç varsa, sanırım bunca kutsallık motifli hikâyelerin ağırlığı altında ezilmek yerine sıradan bir kadın olmanın özgürlüğü ile rahatça nefes alabilmeyi başarabilmesidir. Zamanımızın tapınakları olan alışveriş merkezlerindeki o renkli ve cezbedici vitrinlerdeki ürünlere “hayır” der gibi, “bunca kutsallık hikâyenizi geri alın, artık ben bunları satın almıyorum.” Çünkü bir kadın olarak sıradan olma hakkımı, kırılgan olma hakkımı elimden alarak beni olmadığım bir şeye dönüştürmenize artık izin vermiyorum. Her alanda pompaladığınız güçlü kadın illüzyonunuz bana uymuyor.
Kadının gerçek gücü; her alanda erkekle boy ölçmeye çalışmasından, kutsal efsanelerdeki kadın kalıplarına uymaya çabalamasından, çocuklarına en iyi anne olmak için kendini paralamasından, en bakımlı ve güzel olmak için her şeyi göze almasından ya da en uyumlu eş olmasından değil, bambaşka, aslında çok sıradan bir değerden gelir: kırılgan olabilmesinden. Kırılganlığını taşıyabilmesinden gelir. Ve kadın, hiçbir yere sığmayanı rahmine sığdırdığı gibi artık kendi kırılganlığını da kalbine sığdırdığında özgürleşecektir. Onu güçlü kılan kutsallık ve yücelik atıfları değil, taşıdığı duyguları tüm kırılganlığıyla varoluşuna sığdırabilmesidir.



