Yaşam ve Saat
Bir oyun oynamaya karar verdim. Yaratım oyunu. Zihnimde kelimelerden oluşan bir şehrin var olduğunu kurguladığım. Sonra kâğıt, kalem aldım; başladım yazmaya. İtiraf ediyorum bunu aslında sadece zihnimde de yapabilirdim. Böylelikle sadece düşüncelerimde var olur sonra da silinip bilemediğim bir yerlere uçup giderdi. Oysa yazmak istedim. Bu, bittiğinde, hayali bir şehrin ete kemiğe bürünmüş halini görmek gibi. Seçtiğim kelimelerden semtlerin var ettiği şehrin hikayesi. Yani, kelime anlamlarının peşine düştüğüm ve seçtiklerimle, şehrin karanlık sokaklarında ellerimi nefesimle ovuşturarak yürüdüğüm. Çöp tenekelerinin var olduğu, kedilerin içini eşelemesine tanıklık ettiğim, usulca yanlarından geçerken, gülümsediğim. Sıcak sobanın hayaliyle evimi özlediğim. Ve gittiğim yolun evim olduğunu bildiğim, gene de bilinmeyen sokaklarda ilerlerken elimin cebimin dışında üşümesine izin verdiğim gecelerde, titrerken yollarını arşınladığım şehir.
Balkon: Araf gibi. Kilidin açıldığı yer. Bir sürü kapının olduğu. Şeffaf camlarla kaplı gizli bir geçit gibi öteki dünyalara açılan. Dışarıdan gelip içinizi ürperten bir rüzgârın tüm bedeninizi turlaması sonra bu yetmezmiş gibi kuytudan girip te tenhaları titretme cüretkarlığına izin verilen yer. İç gıcıklayan, gülümseten oysa istediğinizde içeriye kaçabileceğiniz güvenli bölge. Tek başınayken de kalabalıklaşabildiğiniz. Tekinsiz huzurun olduğu yer burası. Kendi gibi zamanda da asılı kalınabilen
Rutin: Güvenli alan. “Bugün de her şeyi yerli yerinde tam da olması gerektiği aynı şekilde yaptım. Oh be” dedikleriniz. Belki o en sevdiğiniz koltukta akşamın sekizinde buluştuğunuz kahve; ağzınızdan “pek keyifli, hatta sıcacık” cümlesini fısıldarken sebebini bilmediğiniz halde sıkışan kalbiniz. Kökleri çürürken dışardan yeni bir filiz vermeyi bekleyen sardunya. Kendisiyle buluştuğunuzda yüzünüze gülen arkanızdan konuşan yakın arkadaş. Uykunun en tatlı hali.
Arzu: Başkasından sanıp kendinden sakladığın. Tamam saklamıyorum hatta elimle bile dokunacağım derken yakalayamadığın gölgen. Biliyorum zannederken rüyalarında bile kendini gizleyen. Kumun altındaki dev. Yüzleşebilsen belki de gülümseyeceğin bir çift göz. Dağın uçurumunda masum bir papatya. Bir rüzgâr hayal ediyorum, varlığını kalbimin fısıldadığı, gelip de kumları uçurduğu gömülü akarsu ırmaklarıyla var olan, saklı şehrin görünür olduğu.
İçteki ses “Bıdı Bıdı”: Bilindik anne repliği. Değilse de büyük olasılıkla geçmişinizde önemli yer kaplayan o şahsın olmadık zamanlarda senin sesine bürünmüş hali. Şahsı muhterem. Geveze zat. En mutlu anınıza baltayla dalan.
Gül: Görüntü, koku, zarafet temsili çiçek. Huzura götüren. Bazen de dikeni olur. Yüreği ham olanların elini kanatan, gizli misyon sahibi. Anahtar; “Gülmek” eylemini hatırlatan başka gülen gözlerle buluştuğun kapıları açan.
Kalp: Kan pompaladığı ve solda olduğu bilinen. Duygularla ve sevgiyle ilişkilendirilen. Oysa benim için kalp geçit. Özüme, özümden kâinata gizliden gizliye geçilen. Bulunası. Bilerek değil bilmeyerek varılan.
Bilmek: Bir şeyi anlamış veya öğrenmiş olmak. Artık çok da sevmiyorum bu kelimeyi. Kendimce tanımlarsam katı ve sert. Doluluk hali. O kadar dolu ki alamayan. Bana göre bildiğinde çok ısrar edersen cahilliğe götüren. Gizli kibir. Belki de bir manav tezgahında sessiz geveze, kurum kurum kurulan kırmızı bir pancar.
Ayna: Sevdiğim. Yansıtan. Bakmaya doyamadığım. Bazen, nasıl da çirkin bununla zaten bir işim yok dediğimin aslında ne kadar da bana yakın ve tanıdık olduğunu kalben duymama vesile olan. Sırrı da burada olsa gerek.
Gölge: İlk defa, çocukken sokaklarda sürttüğüm bir öğle sıcağı yerde benim yaptığımı yapan bir kararttı olduğunu fark ettiğim. Git desem de gitmeyen. Kendisine gıcık olsam da sadık dostum. Dostluğunu fark edebilmen için yılların geçtiği, içimde bir fısıltının “onu kabul et, emek ver” dediği.
“Mış gibi Yapmak”: Olmayan bir şeyi olmuş veya oymuş gibi yapma hali. İkiye ayrılır: Başkalarına ve kendi karşı “mış gibi yaptıkların” “Aferin yavrucuğum” cümlesini duyup tatmin oldukların. Galiba çoğumuzun yaptığı. Oyalanmanın en kolay yolu. Kendine karşı yapıyorsan fark ettiğinde zamanı değerlendirebilirsin. Patates kökünün patates olduğunu özümsemesi ile armut olma arzusu veya armut olduğunu varsayma halinden vazgeçmesi cümlesi kulağa ne kadar da saçma geliyorsa, o kadar saçma olan. Oyun içinde oyun.
Su: Üç hali vardır. Katı, gaz, sıvı. Tüm hallerini severim. Ne var ki en sevdiğim yumuşak sıvı halidir. İcabında zamanla taşı bile deler. Yumuşaklıkla akarken bile gideceği yolu bulur, sızar, ilerler, akar. Yoldaki zorluklara zırhı yumuşaklıktır aslında. Esasen bunu az kişi fark eder. Fark etmeyen de büyüsüne çekilir. Hayattır.
Bırakmak: Aslında kolayken zor olan. Ters köşe. Son birkaç yıl içinde önemini anlamaya başladığım. İster delik bir çorap ol sun, ister bir zamanlar fayda vermiş bir inanç, belki o en sevdiğin ve artık giymediğin mavi kazak vakti geldiğinde elinde tutmaz olmak. Verince boşalan. Nedir onlar? Boş bardaklar, boş sayfalar, boş zihin, bir şeyi bilmeme hali. Mucizelerin diğer adı.
Bozuk saat: Saatler bozuk olsa da zaman akar. Esasen zaman şu anda da akıyor. Zamana verilen değerdir saat. Bence bozuk bir saat tamir edilirse güzel olur. Örneğin durmuş bir saate pil takılmasını önemserim. Ne de olsa zaman akar. Üstelik ne yaparsan yap geriye kazanamadığın tek yegâne değerdir. Bozuk saatin olduğu bir evde saat için eyleme geçmeyen ev sahibinin, yaşama verdiği değeri sorgularken bulurum kendimi. Sevgili yaşam değil midir zamanı da var eden?
GÖZLERİNİ AÇAR AÇMAZ, uyanıyorsun. Gri renklerin hâkim olduğu yatak odasında, üstünde ince pjamanla tek başına, tavana bakar şekilde, o çok sevdiğin karın yanında olmaksızın yatıyorsun. Üstün açık şekilde, gözlerin tavanda; dalgalanan boya izlerinin altında yıldızları andıran avize duruyor.
Önce bir bıkkınlık, yorgunluk, isteksizlik; Üste doğru açık pencereden gelen esinti belinde bıçak gibi saplandığını hissettiğin sinsi ağrıyla gelen his, günlerdir, haftalardır uzunca bir zamandır sana ait olduğunu kabul etmek istemediğin bir hastalık gibi.
Sonra saati anımsıyorsun. Rutin işlerin önceden bilinen sırasındaki yapma hali ile acı tadını hissediyorsun. Çek defterleri, banknotlar, bir sürü tek renk giyinmiş bıyıklı adamlarla masalarda boş sohbetler ilgini çekmiyor. Yandaki odadan gelen bir sinek başında vızıldıyor. Kıpırdamıyorsun. Bir süre daha kıpırdamayacaksın. İçindeki ses bıdılanırken, neden kalkmadığın, neden kıpırdamadığın, kalksan ve kıpırdasan bile zaten işe yarar işler yapmadığın ile ilgili fısıldarken de tepki vermiyorsun
Sonra sinek kalbinin üstüne kondu, biraz sonra uçtu. Başka defalar tekrar kondu, kıpırdamadı. Beş dakika sonra, on dakika sonra… gölgesini fark ettin, gözlerinle sineği takip ettin. Bakıyorsun, seyrediyorsun. Ellerin başının altında birleştiriyorsun, sineği kovalamıyorsun.
Bir an geliyor terden sırılsıklamsın. Ayağa kalkıyorsun. Telefonun çalıyor. Açmıyorsun. Sana toplantıya gelip gelmeyeceğini soracak olan sesi biliyorsun. Sakince dinleyip, üç dakika, beş dakika, on dakika sürecek görüşme için o sese cevap vermiyorsun. Bir cevap da yok zaten, önemi de yok. Her zaman yaptığın gibi üstünü çıkartıp duşa giriyorsun. Düşünmüyorsun. Başın ağır, bacakların uyuşmuş. Musluğu açıyorsun; tenine değen suyun yumuşaklığını hissetmeden yalap şap duştan çıkıyorsun. Rutin işleri kafanda laf olsun diye sıralıyorsun. Sinek duş kabine konuyor. Kovalamadan, gözünle takip ediyorsun. Suyun rahatlatıcı hissini hissetmiyorsun.
Başını kaldırıp aynaya bakıyorsun. Gördüğün adam sen değilsin. Çizgiler, isteksiz bir çift göz, boş bakışlar. Uyumak istiyorsun; günlerce, haftalarca, aylarca. Sinek başında vızıldıyor. Kovalamıyorsun, kovalamayacaksın. Aynada gördüğün asık yüz hakkında düşünmek istemiyorsun. Ondan hoşlanmıyorsun. Öylesine bir anlık gülmeyi anımsar gibi olduğun duygu hali kayboluyor. Buğulu aynadaki yüz, derin çizgiler, somurtan adam, hareketsiz kalma ve uyuma arzusu. Yalnız olmaktan tat aldığın düşler. “miş gibi yapmaktan” istifa edişin, Pazar günleri, bırakamadığın fosil sayılacak olan fotoğraflara olan aşkın, antika pkaplar, çocukluğundaki alt kat kiracınız, karının unuttuğun gülüşü, alışveriş merkezlerinde yenilen yemekler, vızıldayan sinekler…
Telefonun çalıyor, isteksizce açıyorsun. Arayan bir kadın sesi. Balkonda olduğunu anladığın fısıltıyla gelen sesi duyuyorsun. Çalmamış saati hatırlıyorsun. O ana kadar çalmayan, çalmamış olmasını hayal ettiğin saat. Telefonu elinden bırakıyorsun. Uzanıyorsun. Uyuşukluk ve uğultu. Sessiz dudaklarınla, sönük gözlerinde akarsu birikintisinde kurduğun hayal içinde bulduklarınla kendini koy veriyorsun. Sesin belleğinde gün ışığına çıkması için biraz daha uyuyorsun.
Kadının sesi odaya yayılıyor. Tane tane, yumuşacık, sen şimdilik uykudasın!
Sana yazdığı bir yazıyı okuyor:
“Bozuk Saat: Saatler bozuk olsa da zaman akar. Esasen zaman şu anda da akıyor. Zamana verilen değerdir saat. Bence bozuk bir saat tamir edilirse güzel olur. Örneğin durmuş bir saate pil takılmasını önemserim. Ne de olsa zaman akar. Üstelik ne yaparsan yap geriye kazanamadığın tek yegâne değerdir zaman. Bozuk saatin olduğu bir evde saat için eyleme geçmeyen ev sahibinin, yaşama verdiği değeri sorgularken bulurum kendimi. Sevgili yaşam değil midir zamanı da var eden?”



