Cumartesi, Kasım 22, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Aile İçi Kıskançlık ve Bilinçdışı Aktarımlar

Kıskanmak” Romanı ve Dizisi

Kıskanmak romanı Nahid Sırrı Örik tarafından 1946 yılında yazılmış, kadın odaklı hikayesi ve insan psikolojisine dair analizleriyle dikkati çekmiş bir romandır. Fazlaca spoiler içeren roman şu şekildedir, Seniha, kırk yaşına yaklaşmış, hiç evlenmemiş, toplumca çirkin sayılan bir kadındır. Çocukluğundan beri ailesi tarafından ihmal edilmiş; bütün imkânlar ağabeyi Halit’e sunulmuştur. Halit, ailesinin maddi manevi fedakârlıklarıyla yurt dışında okutulmuş, Seniha ise “çeyiz masrafı çıkar” denilerek kendisine gelen evlenme tekliflerinden bile mahrum bırakılmıştır. Anne ve babasının ölümünden sonra Seniha, İstanbul’a dönen ağabeyi Halit’le birlikte yaşamak zorunda kalır. Halit, Mükerrem adında genç, güzel bir kızla evlenir ve başmühendis olarak Zonguldak’a tayin edilir. Ve Seniha, Halit ve Mükerrem birlikte yaşamaya başlarlar. Ancak Halit evin ve karısının duygusal dünyasından uzaktır. Mükerrem, bu ilgisizlik içinde sıkılır ve zengin, şımarık bir genç olan Nüzhet’e gönlünü kaptırır. Seniha, başlangıçta Mükerrem’e iyi davranır; fakat zamanla onun Halit’i aldattığını fark eder. İçindeki kin ve kıskançlıkla bu durumu hemen açıklamaz; tam tersine, ağabeyinin ihaneti kendi gözleriyle görüp kahrolmasını ister. Nihayet uygun zamanı geldiğinde Mükerrem ile Nüzhet’in buluştukları yeri Halit’e söyler. Halit öfkesine yenik düşer, Nüzhet’i öldürür ve hapse girer. Seniha, kardeşinin cezasının ağırlaştırılması için bile uğraşır. Abisi hapse girince Seniha öğretmen olur ama hayatında ne huzur ne de sevgi bulabilir. Yıllar sonra Halit hapisten çıkar, arkadaşlarının yardımıyla yeniden iş bulur. Her şeye rağmen Halit’in hâlâ sevilip saygı görmesi, Seniha’nın içinde bir kez daha kıskançlık ve hınç duygularını kabartır. Seniha dinmeyen kıskançlığının ateşiyle yaşamaya devam eder.

Romanın konusu böyle iken, okurken hissettirdiği duygulardan ve romanın kurduğu evrenin atmosferinden bahsetmenin uygun olduğunu düşünüyorum.  Mesela, Cumhuriyetin ilk yıllarında geçen hikaye, Cumhuriyet dönemi çayları ve balolarını, kadın ve erkeklerin bir araya gelmesi açısından önemli bir etkinlik olarak sunuyor. Bu etkinliklerde, kadınlar ve erkekler vals gibi batı dansları ederlerken, büyük şehir ve taşra arasındaki yaşam ve kültür farklılıklarından bahsediyorlar. İstanbul için “Ne güzeldir, tiyatro, sinema, balo, konser’’ diyerek renkli kültür, sanat yaşamı vurgusu yapılırken Zonguldak’tan, sıkıcı, sadece özel günlerde balo yapılan bir yer, tiyatro oyunlarının gelmediğinden, sinemanın ise Fransız firmasının çalışanlarına sunduğu bir ayrıcalık olarak bahsediliyor. Peki ya Zonguldak’ın ileri gelenleri? Onlar da ya yüksek eğitim ve öğretimleri sayesinde mevki edinmiş kişiler, Halit gibi… Ya da dönemin ihtiyaçlarına uygun yatırımlar yaparak zenginleşmiş sermaye (maden) sahipleri, Nüzhet’in babası gibi… Romanda Nüzhet, aileden zengin, şımarık, tembel, ortaokulu bile bitiremeyen, gençliği ve yakışıklılığı ile kadınları cezbeden, kitaptaki tabirle ‘gençliği ve güzelliği ile her iradeyi yenen birisi’. Nüzhet’in annesi ise hem oğlunun dillere destan yakışıklılığı, hem de parası ile övünen birisi. Romanda bu kısım, Jul Sezar örneği ile veriliyor, Nüzhet’in ailesi, Roma’da ikinci olmaktansa, birinci olmanın tercihinde. Bu yüzden İstanbul’a gitseler bile, daha çok saygı ve itibar gördükleri Zonguldak’a geri dönüyorlar. 

Romanın arka planında sınıf farklıları geçse de, romanda daha ziyade, Seniha’nın kıskançlığı ve Nüzhet ile Mükerrem’in yasak ilişkisine odaklanılmış. Hatta Seniha, Mükerrem ve Halit’in yaşadıkları evin ve yaşamın dahi detaylı tasvirleri yok. Karakterlerin bugünkü hallerini bilsek de, geçmişleri hakkında Halit’in ve Seniha’nın köşkte yaşadıkları ama ailenin varlarını yoklarını Halit için harcamaları haricinde geçmiş yaşantıları hakkında bilgi verilmiyor. 

‘Kıskançlık’ romanın çekirdeği konumunda. Seniha, abisinin önüne serilen ama kendisinden esirgenen imkanları kıskandığı gibi abisinin küçüklüğünden beri ‘kız olması gereken buymuş, Seniha değil. Baksanıza ne güzel çocuk Maşallah’ diyerek sevilmesini ve kendisinin çirkin, abisinin güzel olmasını da kıskanıyor. Seniha’ya, kırklı yaşlara gelip evlenmediği için evde kalmış muamelesi yapılmasını ve boşanmış çoluklu çocuklu adamlar kısmet olarak layık görülürken, abisinin Avrupa’dan döner dönmez, genç ve güzel bir kızla evlenebilmesini ve böyle bir kadın tarafından sevilmesini kıskanıyor. Abisinin katil olup hapis yatıp çıktıktan sonra, sokaklarda işsiz, güçsüz, pejmürde dolanmasını ümit ederken, onu seven dostları sayesinde, yine mühendis olarak işe girmesini ve abisinin yaşadığı trajediye rağmen hayata kaldığı yerden devam etmesini kıskanıyor. Seniha bir kadın olarak, bir erkeğin imkanlarına sahip olamamasının öfkesini ve hasedini taşıyor içinde. Çirkin olmanın… Çirkinliğinin küçüklüğünden beri yüzüne, eksik hissetmesi gereken bir kusuru gibi vurulmasının…

Gelelim aynı romandan uyarlanan Kıskanmak dizisine, 2025 yılında Now Tv’de Ay Yapım imzalı, senaristliğini Yılmaz Şahin’in yaptığı, yönetmenliğini Nadim Güç’ün üstlendiği dizide konu yine Seniha etrafında şekillense de, Seniha’ya yapılan haksızlıklar, anne ve babanın, iki kardeş arasında yaptığı ayrıma daha çok odaklanılmış ve karakterlerin geçmişlerinin bugünü nasıl yönlendirdiğine daha çok odaklanılmış. Bu yazıyı yazdığım zaman dizinin 7. Bölümü henüz yayınlandı. Bu bölüme kadar annesi Seniha’ya, babası Halit’e ebeveyn olarak oldukça zorba davrandı, belli ki bu durum geçmişten bir sebebe bağlanacak. Dizide anne Seniha’yı fazla kilolu olduğu için örseliyor, Halit ve Seniha annelerine hediye verdiğinde Seniha’nın hediyesini bir kenara atarken Halit hediyesini yüceltiyor. Baba ise balığa giderken, Seniha’yı öperek hazırlarken, Halit’i “sen gelme, evde kal’’ diyerek kovuyor. Anne Halit’in bir lafı ile Seniha’nın üniversitede hocasıyla gönül ilişkisi olduğuna inanıp Seniha’yı dövüyor, okuldan alıp evde hizmetçiler gibi giydirip onlarla aynı katta yaşatıyor. Aynı anne, Halit’e sınırsız bir şefkat ve anlayışla yaklaşıyor. Her güzel şeyi oğluna layık görüyor. Dizide resmedilen bu kadar keskin kötü ebeveynlik, bana Aristoteles’in doğallık ilkesini hatırlattı. 

Aristoteles’in tiyatroda doğallık (doğa yasalarına uygunluk, “mimesis”/taklit) anlayışı, onun Poetika adlı eserinde en açık biçimde görülür. Kısaca ve kabaca, Aristo’ya göre sanat özellikle tiyatro, doğanın ve insan davranışlarının taklididir. Ama bu taklit basit bir kopyalama değildir, sanatçı doğada gördüğünü seçer, düzenler, biçimlendirir. Yani tiyatro doğayı olduğu gibi değil, olabileceği gibi gösterir. Bu nedenle Aristo, doğallığı “gerçekliğe benzerlik” (olasılık ve mantık ölçüsünde) olarak tanımlar. Aristoteles’in doğallık anlayışına göre, yani kısaca ‘doğada bu böyle olur’ ilkesinden hareketle, dizideki ebeveyn çocuk ilişkisindeki aşırı kötülük/zorbalık  bana duygu olarak geçmedi. Bu kadar kör göze parmak bir kötülüğün, dizinin ilerleyen bölümlerinde mutlaka bir açıklaması olacaktır. Ancak bu zamana kadar olan ebeveyn kötülüğü, bana “o öyle olmaz da, şöyle olur’’ gibi, daha doğal alternatiflerini düşündürttü.  

Adettendir, ebeveyn çocuk ilişkilerinden değinilecekse bir Freud’a referans verilir. Ben ise modern psikolojiye gelip toplumuzda önemli bir yere sahip olan Psikiyatrist Engin Geçtan’ın 1982 yılı basımlı ‘İnsan Olmak’ kitabına, dilim ve idrakim izin verdiğince, referans vereceğim.  

Engin Geçtan’a göre, ebeveyn çocuk kıskançlığı, çoğu zaman farkında olunmadan yaşanır. Çocukluklarında engellenmiş bireyler, kendi erişemedikleri hak ve özgürlüklere çocuklarının ulaşmasını bilinçdışı düzlemde kıskanabilirler. Bu durum, ebeveynin sevgisizliğinden değil, geçmişte tamamlanmamış duygusal ihtiyaçlarının yansımasından kaynaklanır. Ebeveyn, kendi içindeki “yaralı çocuk”la yüzleşemediğinde, bu eksikliği çocuğuna aktarır; çocuğun gelişimini desteklemek yerine, onu kendi geçmişindeki kısıtların sınırında tutmaya çalışır. Böylece sevgiyle koruma arzusu, farkında olmadan bir tür rekabete, çocuğun özgürleşmesini engelleyen bilinçdışı bir kıskançlığa dönüşür. Ebeveyn kendi geçmişinde yaşadığı engellenmeyi “tam olarak aşamadıysa”, çocukta o aşamayı görmek onu rahatsız eder. Bu rahatsızlık, bilinçli bir kötülükten değil; bilinçdışı kıskanma ve suçluluk duygusundan kaynaklanır.  Örneğin: Kız çocuk gençliğinde özgürce giyinmek ister, anne kendi gençliğinde bu özgürlüğü yaşayamamıştır, kızına sınırlar koyar. Oğul mesleğinde başarı kazanır, baba kendi gerçekleştiremediği hırsını onda görür, hem gururlanır hem içten içe rekabet hisseder. (Geçtan, 1982)

Tek bir rolü kimlik haline getirmek her zaman sorunları tek bir boyutla ve eksik ele almamıza neden olur. Annelik ve babalık da onlardan birisidir. Ama özellikle annelik, çünkü bizim gibi geleneksel toplumlarda annelik bir mertebe ve statü sağlar ama bir kadının anne olduktan sonra, annelik kimliğini diğer tüm kimliklerinin önüne koyması beklenir. Baba olmak, anne olmak kadar kısıtlayıcı değildir.  Gelelim anne kız ilişkisinde ve baba oğul ilişkisinde, Engin Geçtan ebeveynin bilinçdışı kıskançlık ve suçluluk duygusuna ve Aristoteles’in trajedide ‘doğada bu böyle olur’ referansıyla Kıskançlık dizisinin bana çağrıştırdıklarına…

Yaralarını onaramamış bir anne-baba çocuklarına, “Sizin yaşınızdayken ben…’’ diye başlayan cümleler kurar sık sık. Çünkü bazı kadınlar, kızlarının, arkadaşlarıyla buluşup çocuk bakımı ev işi düşünmeden, para hesabı yapmadan, saate bakmadan, arkadaşlarıyla takılmasını, erkeklerle flört etmesini ve gençliğin verdiği gamsızlıkla saatlerce sebepli sebepsiz gülmesini bilinçdışında kıskanabilir ve bunu kendisine de çevresine de itiraf edemiyor olabilir. Çünkü bir kez kızını, bu konuda kıskandığını itiraf etse, kendisini, kızını dahi kıskanan anne, olarak görmenin suçluluğuyla yüzleşir. Ya da bazı anneler, kızlarının cinsel hayatları konusunda, korumacı olmanın dışında, suçlayıcı davranırlar ve bunu kötü bir anne olma damgası yememek için korumacılık sosuyla süslerler. Oğullarının cinsel deneyimleri hakkında övünürken ve onlara serbestlik tanırlarken, kızlarının karşı cinsten bir arkadaşıyla görüştüğünde bile, kızına kötü kadın (!) olmuş, damgası yapıştırırlar. Hatta öyle ki, genç kızın aklından bile geçmeyen türlü cinsel fanteziler, kızını döverken ya da ona kızarken annenin ağzından dökülür. Orada, orantısız öfke duyan, belli ki kadının anne kimliği değil, yaralı, kendi genç kızlığı adının çıkması ve erkeklerin sadece onu cinsel olarak kullanacağı korkusuyla geçmiş, bu korku yüzünden her türlü duygusunu bastırmış genç kız kimliğinin yaşadığı öfke ve haset çığlıdır. O yaralı kız, aslında şunun kıskançlığındadır “Madem bir erkekle sinemaya, kafeye gitmek, el ele tutuşup yürümek, sadece yakın arkadaş olmak, bu kadar kolaydı, neden benden bunu esirgediniz?’’

Babalara gelince, kendi genç, delikanlılık dönelerinde, askerden dönünce, bir işe girip münasip bir kısmetle evlendirilen çoğu zaman seçim şansı olmayan ve ailesine karşı gelme cesareti bulamayan bir baba, oğlunun delikanlılık döneminde okulunu uzatmasına, askerliği ertelemesine, iş beğenmeyip çalışmayıp evde bilgisayar oynamasına, yetişkin olup halen baba parası yemesine, evin giderlerine destek olmamasına, kafasına göre haber vermeden arkadaşlarıyla buluşup genç kızlarla rahatça gezmesine, geleceğe dair kaygısız görünmesine öfkelenir. Çocuğunun yaşlarındayken kendisinin, kazandığı parayı ailesine vermesi, sonra da kurduğu aileye bakmak zorunda olduğu için kendisini bildi bileli, parasını eve ailesine harcayan bir baba, orada kendi gençliği ile oğlununkini mukayese edip bilinçdışında onu kıskanabilir. Bu bilinçdışı kıskançlıkta “Ben senin zamanında böyle miydim? Size bakmak zorundaydım.’’ isyanı vardır. Hatta bazı babalar, oğulları yetişkin olup farklı farklı kişilerle flört ettikçe bilinçdışında onları kıskanıp kendileri de flörtöz bir evreye girmeye kalkar. “Madem farklı kişilerle cinsellik yaşamak bu kadar sorun değildi, madem sorumluluğunu almadan bir ilişki yaşanıyordu ben neden yaşayamadım kıskançlığıdır’’ bu. Babaların oğullarında tahammül edemedikleri şeylerden birisi de girişken olmamalarıdır. “Erkek dediğin ekmeğini taştan çıkarır’’ kültürel kodları ile büyümüş bir baba, oğlunda beklediği atılganlığı göremediğinde oğluna kızına göre daha çabuk öfkelenir. “Oğlum girişken ol biraz, bırak hanım karışma sen, başına gelsin öğrensin’’ deki şefkatsizliği biraz da bu, oğlunu erkek gibi yetiştirme baskısındandır. Annelerde ise bu durum kızı fazla girişken olunca ve güzelliği, sempatikliği ile dikkat çekince olur. “Başımıza iş açacak bu, ne oluyor kız, ne öyle fingirdek fingirdek, yollu gibi. Ağır ol biraz’’ bu bilinçdışı korkunun tezahürüdür. Verdiğim bu örnekler, Kıskanmak dizisindeki olumsuz ebeveyn davranışlarını tek boyutlu bulunca, yaralarıyla yüzleşememiş ebeveyn davranışları örnekleri olarak aklıma gelenlerdi.  

Sonuç olarak romana ve diziye dönersem, Seniha’nın bir kız çocuğu olarak oğlan çocuğuna göre daha kısıtlanarak büyütülmesine, Aristoteles’in doğallık ilkesine uygun buluyor ve ‘‘Doğada olur öyle’’ diyorum. Ebeveynlerin çocuklarına kötülüklerini bu kadar bariz ve bilinçli yapmalarını, “Vardır öyleleri de, biraz fazla’’ diyor, Engin Geçtan’ın içindeki yaralı çocukla yüzleşmemiş ebeveynlerin çocuklarına, bilinçdışı kıskançlık ve suçluluk yansıtmalarına “doğada daha ziyade böyle olur’’ diyorum. Belki de asıl mesele, kötü ya da iyi ebeveyn olmakta değil yaralı yanlarımızla yüzleşebilmekte. Çok kötü ebeveynler ve çocuklarına cehennemi yaşatanlar yok mudur? Evlatlar olduğu gibi, onlar da vardır. Ancak birilerini şeytanlaştırma da, kahramanlaştırma da, biraz tek boyutlu ve abartılı bence. Anneler babalar da insandır. Çocuklar da. Doğada asıl olan hepimizin ilk kimliğimizin ‘insan olması’dır. 

Önceki İçerik
Meltem Özkan
Meltem Özkan
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji mezunu, Yüksek lisansını İstanbul Bilgi Üniversitesinde tamamladı. İstanbul’da yaşıyor ve sosyolog olarak çalışıyor. Çeşitli öykü kitaplarında ve dergilerde yazıları yayımlandı. Sinema, sosyal projeler ve yazarlık alanında üretimlerini sürdürmektedir. Üç kişilik bir ekip ile film ve dizi yorumları yaptığı “Uzaktan Bak Gözün Bozulacak” adlı bir podcasti bulunmaktadır.

POPÜLER YAZILAR