Cumartesi, Kasım 22, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Bir Taşım

Soğanları kavurdu önce, kısık ateşte iyice ölene kadar. İçi de böyle yavaş yavaş ölmedi mi Nalan’ın? Koku bütün evi kaplarken korku da tüm benliğini kapladı, bir kez daha. Sonra havuçları attı, sarımsağı en sonlara bıraktı, iyice ezecek tüm aromasını çıkaracak. Nalanca daha bir lezzet katıyor bu şekilde yemeğe. Acı tadına, gitmeyen kokusuna rağmen ne lezzetliydi şu meret! Yine hayatını düşündü; o da acı, kekremsi ama bir lezzeti yok işte.

Adım adım içine dönerken soğanların kararmaya başladığını fark etti. İki kaşık kadar su ekledi, ocağı kontrol etti. Kıstı sanıp da açık bırakmış olmayaydı? Salçasını ekledi çorbanın, eli bir kurduğu hayallerde bir de burada bola alışık. Tarlasından çıkan domateslerle annesi yapıyor salçayı. Keşke kurduğu hayallerin de elle tutulur yanı olsaydı. Konsantre hâle getirip basabilseydi kavanoza, canı istedikçe damağına göre, gönlünce tüketseydi. Beceremedi, üstünü yağ ile kapatma lüksü de olmadığından, küf tutuyordu her biri…

Çiğ kokusu gidince salçanın, bu sefer yarım çay bardağı kadar suyu ekledi tencereye. Dibi tutarsa zordu tencereyi temizlemek. Buzluğu açtı, artan ne varsa haşlanmış bakliyat, çıkardı tezgâhın üzerine. Dolabın sebze kısmını dün elden geçirdi, tek tük kalan sebzeleri ayırdığı kabı da çıkardı, yıkadı hepsini bir güzel. Doğradı minik minik. Her bıçak darbesi, çul çaputla acemice bağlanmış kapılarının kilidini açıyor gibi hissetti, hoşuna gitti bu.  

Yavaş yavaş ekledi malzemeleri, en sert olanları en önce! Havuçlar dıştan yumuşamıştı o arada, kereviz saplarını da attı içine. Sıra karışırdı bazen ama ne önemi var ki? Hepsi aynı tencereden aynı mideye… Karıştırırken tahta kaşık şart; çizmemek için tencereyi, kaç hayalinden, düşünden vazgeçip de üzerine attığı çizikleri saymaya çalıştı. İnsan kendine bir tencere kadar değer vermiyordu demek ki. Sırt çantasına minicik şortlarla bikinilerini atıp sıcak iklimlerde gezecekti hani uzun uzun. Tatlı ekşi içkileri yudumlayacak, gönlü ve kafası hoş olacaktı. Aksanlı İngilizcesiyle sohbet edecekti güler yüzlü insanlar bulup. Belki dans ederken taş gibi bir adamla, birden öpüşmeye başlayacaklardı. Adını söylemeden, adını duymadan adamın; sahilde sevişecek, güneş doğarken sessizce gidiverecekti yeni şarkılara, sahillere, içkilere ve adamlara. Alnında biriken terler ocağın sıcağından değil de o iklimlerde tenini yakan güneşten olsaydı keşke. Kâğıt havludan bir parça koparıp sildi terini, ellerini sabunlayıp geri döndü tencereye.

Pırasa sevmiyordu evdekiler ama çöpe de atılmazdı, yazık. Ekledi onları da bir güzel. Kokusu çıktı mis gibi. Tereddüt etti sonra; ya yemezlerse, pişmanlık işte yine. Bu cesaretsizliği, hep başkalarını düşünüp de vazgeçişleri değil miydi içini karartan, yakan? Okumak istediği bölümden, yaptırmak istediği dövmeden, yaşamak istediği şehirden, evlenmek istediği adamdan hep birileri istemedi diye, onların içlerine sinmedi diye vazgeçmedi mi? Üniversiteye bile göndermeden, on sekizini doldurduğu yaz, mahallede bir düğün ile gelin ettiler Nalan’ı.

Biraz tütün istedi canı. Mutfak dolaplarına bakındı hızlıca, kalmamış hiç. Ne dumanı içine çekebilecekti şimdi ne de görünmez yaralarına basabilecekti. Yine olmadı!

Su kaynatmayı unutmuş. Hemen koydu onu da ısıtıcıya. Buhar ile daha bir sıcak bastı. Pencereyi üstten aralasa işe yarar, diye düşündü. Git gel sırasında yere düşen sebze parçacıklarını gördü. Silmek lazımdı çorba pişince. Terliğini çıkarıp yalın ayak bastı yere. Bak iyi geldi yine çıplak ten ile soğuk zemine dokunmak. İçindeki ateşti sönmeyen, ocakmış, buharmış bahane. Bu yüzden değil miydi yerleri hep eliyle silmesi. Beli, yanı kopsa da bu işi böyle yapmaktan bir türlü vazgeçmeyişi.

Dünden kalan yemeklerin yanına bu çorba, bir de salata kurtarırdı bugünü. Kocası iyi adam, dert etmez böyle şeyleri. Aslına bakarsan genel olarak hiçbir şeyi dert etmezdi, dümdüzdü. İyiliğinden değil o zaman, odun bu herif! Evet, bildiğin odun. Ne bir çiçekle geldiği oldu bunca yıl eve ne bir tatlı söz ettiği. Yat kalk, ye iç, git gel (her anlamda!), her akşam aynı haber programlarını izle, her hafta sonu pijama ile gez evin içinde… Sessizce var olmak, iyi olmak değildi öyleyse. Şu masadan ne farkı var adamın? Ama yok odunu işlesen kereste olur, masa yapılır. Bu bildiğin ham hâliyle. Bunları düşünürken biraz hızlı karıştırmış çorbayı, sıçrayan sıcak sebze parçasıyla geldi kendine. Ocağa düşen havucu alıp attı ağzına, yumuşamış iyice.

Az evvel, tık diye attı suyun kaynadığını haber veren ısıtıcı. Yavaş yavaş döktü tencerenin içine. Buhar sardı gözünün önünü. Bir güzel daha karıştırdı tencerenin içindekileri. Sıraya koydu nohutu, buğdayı, börülceyi. Usul usul attı, düştü hepsi tencerenin içine. Nalan’ın suya düşen hayalleri gibi, görünmez oldu. Sarımsakları ezdi hırsla, yaşamaktan aciz kaldığı hayatın intikamını alırcasına. Boca etti diğer malzemelerin yanına.

Annesi geldi bu sefer aklına. O da eksik, yaralı, kırık… Her yan yana gelişlerinde dizlerine yatıp kapatır ya Nalan gözlerini. “İpek saçlım,” diye okşar annesi kızının başını. Pencereden dalıp gider konuşurken. Anlatır bilmem kaçıncıya tekrarlanan anılarını. Güler bazen dizlerindeki başı sarsarak, kimi zamanda düşürüverir yavrusunun yanağına, kendi yanaklarından süzülen birkaç damlayı. Evliliğindeki mutsuzluğundan, akraba dırdırından, kaynana ezasından kaçamayışını çocuklarına bağlar kadın. “Size kıyamadım,” der, “el alemin ağzına laf vermek istemedim, dul kadın olmak zor memlekette diye yapamadım,” diye bağlar her buluşmayı. İnce bir sızı ve vicdan azabı geçer Nalan’ın yüreğinden. Kendisinin olmayan suçları sırtlanır bir parça.

Hamile kaldığını öğrendiğindeki buruk sevinci geldi aklına. Sonra öğüre öğüre bitip tükendiği dokuz ayı. Kucağına verdiklerinde kızını, kokladı uzun uzun. Bir kadın tohumu daha filizlenmişti işte bu dünyaya. Kim bilir ne hikâyeler ne düşler ne vazgeçişler bekliyordu kucağındaki bu yavruyu!

Biraz açtı ocağı, aklına sepette bekleyen kirli çamaşırlar gelince. Çocuk okuldan gelene kadar işler bitmeliydi. Sabah giderken kakaolu kek istemişti kız. Gelince bulamazsa hazırda, kırılırdı kalbi çok fena. Al işte, herkesin her istediği olsun yine. Oysa, kaç gündür bekliyordu sabah programına çıkacak uzman doktoru. Kırklı yaşların başındaki kadınların yaşadığı dönüşümden, bunun neden ve çözümlerinden bahsedecekti güya! Hiç kadın olmamış, o yükü hayat boyu taşımamış bir adamın, on yıllık tıp eğitimi ve mesleki tecrübesiyle bir yere kadar çözülürdü sorunlar. “Erteleyin,” derdi belki, kek bugün olmasa da yarına, bilemedin öbür güne yine çırpılacaktı oysa. Sepet taşmadan yıkamak lazımdı çamaşırları, art arda çalışınca makine motoru çok ısınıyor, arızalanıyordu sonra. Çocukluk travması, diyor bazen de; al kır şu bardağı, yapıştır getir bakalım eski hâline. Kırıklar yapışsa da sızdırırdı her defasında. “Kendinize ve arkadaşlarınıza zaman ayırın, kendinizi önceliklendirin,” derdi kesin. Bilmiyor ki bir kadın varsa ortada, etrafındaki diğer herkes onun bir uzvu gibi oluyordu bir süre sonra. “Gülün, pozitif kalın, stres yapmayın,” diye bağlayacaktı programın sonunda. Dedi ya Nalan, adam bir kadın olmayı bilmiyordu esasında…

Tuz ve karabiberi ekledi fokurdayan çorbaya. Biraz limon suyu da eklemek lazım. Neydi iyi yemeğin ilk kuralı? Tuz, yağ, asit ve ısı. Anlayana… 

Vazgeçti programı izlemekten, kekin yanına bir de çay demler, bakardı işte keyfine. “Bugünün kârı da bu,” der, teselli bulurdu kendi çapında.

Limon almak için dolabı açarken üstündeki magnet çekti dikkatini. Lisedeyken hayalini kurmaya başlamıştı Fransa’ya gitmenin. İlk gittiği ülke olacaktı. Sonra yavaş yavaş dolaşacaktı dünyayı. İki oda bir salon ev ile akrabalar arası bir dünyada öldü hayalleri. Bu magneti de kızın arkadaşı getirmiş, yazın dayısına ziyarete gidince. Limonu alıp hışımla kapattı kapağı. O sarsıntıyla yere düşen magnet iki parçaya ayrıldı. Ama Nalan’ın kalbi daha da paramparçaydı.

Bir bütün limonun hepsini sıktı çorbaya, içine düşen çekirdekleri aramaya uğraşmadı. Ağlaya ağlaya son bir tur karıştırdı çorbayı. Bir taşım daha kaynasın, altını kapatacaktı. Kırkını geçeli henüz iki yıl oldu ama içi çoktan yaşlanmıştı. Çorbanın başında beklerken çocukluğundan bugüne kurduğu her hayal, tek tek geçti gözünün önünden. Yan yana onlarca mezar kazıp içine yatırdı birer birer hepsini. Kaçamasınlar diye üstlerine toprak attı. Ruhlarına bir Fâtiha okurken akan bir damla gözyaşı, taşan çorbaya karıştı…

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Esra Keskin Çelik
Esra Keskin Çelik
36 yaşında, evli ve iki kız çocuk annesi. Uzun yıllar endüstride aktif çalışmış bir mühendisken dört yıldır yazma ve aşçılık üzerine yoğunlaştı. Kolektif kitaplarda yayımlanan yazılarının yanı sıra bir de öykü kitabı var. Yazmaya, üretmeye, düşünmeye ve sorgulamaya devam ediyor.

POPÜLER YAZILAR