Hayatımın tamamında iyi, doğru, adaletli bir insan olmaya çalıştım. Başardım, başaramadım, orasını bilemem ancak vicdan rahatlığı önemli. Yine de son zamanlarda bir zehir dolaşıyor kanımda. Kötülükler uğruyor aklıma. Yapmam, mizacıma ters ama ya şeytana uyar da yaparsam…
Hayat hiç kimseye adil değil, biliyorum. Herkes kendi hayat mücadelesini veriyor. Münferit savaşlarla dolu ortalık. Bir savaş alanı içinde yaşıyoruz, farkında mısınız? Yara bere almamak için çok dikkat etmeliyiz kendimize, en çok da zihnimize. Zira zihin bir defa bulandı mı, temizlemesi güç zannımca. Sonuçta ruh bu, çamaşır suyuna yatıramayız, en yüksek devirde suyunu sıktıramayız, ütüyle, yüksek ısıda mikroplarını öldüremeyiz. O yüzden dikkat etmeliyiz, çok dikkat etmeliyiz.
İnsanın kendi aklından kaçması çok güç. Seninle her yere geliyor, gölge gibi hep peşimizde. Kanıma karışmaya başlayan zehir, beni de zehirler, içimden Gargamel ya da Cadı Sila çıkarsa ben ne yaparım? Şirinlere acımam ki hayatımda şirinlik adının yakışacağı pek az kişi var. Hele Hugo, elimden kurtulamayabilir. Nasıl durdururum kendimi? Sana taş atana sen ekmek at derlerdi hep küçükken bana – atma tabii ekmeği, günah, o ayrı- fakat son zamanlarda bana taş atanlara kazma, kürek, taş, sopa elime ne geçerse saldırasım var. Arabamı üstlerine süresim, otuz iki kısım tekmilini Taksim Meydanı’na toplayıp bir kibritle yakasım var.
Doldum, taşıyorum, diye düşünüyorum. Kendimi temiz, sakin tarafta zor tutuyorum, Mevla’ya sığınsam diye düşündükçe, hayatın adaletini sorguluyorum. Şahsen ben de ne yapacağımı bilmiyorum.
Bir ara kaçıp gitmek düştü aklıma, o da çare değil; bu aklı, kanımın dolaştığı damarları, yaşadıklarımla, bana yaşatılanlarla içimde birikmeye başlayan zehri beraberimde götürdükten sonra ne işe yarar? Birkaç gün önce Fransa’daki Louvre Müzesi’nde gerçekleşen ve herkesi şoka uğratan soygunu bilmeyeniniz, duymayanınız yoktur. Belki komik gelir ama soygunu duyduğumda ilk düşündüğüm şey özgürlüktü. Evet yanlış duymadınız, Napolyon ve ailesine ait çok kıymetli takıların özgürleştiklerini düşündüm. Hırsız ya da hırsızlar -haberi çok derinlemesine okumadığımdan tekil bir eylem mi, çoğul mu tam bilmiyorum- mücevherleri camdan kafeslerini keserek almışlar. Yıllardır, belki yüzyıllardır camdan bir fanusun içinde üzerinde gözler dolaşan elmaslar, yakutlar, safirler oksijenle buluşmuş. Keşke biri de beni çalıp kaçsa. Bunu ille bir insan olmasına lüzum yok. Bir düşünce, bir cesaret, bir amaç bile olabilir. Oksijene ulaşsam yeter. “Ha gayret,” desem kendime ya da “Vira Bismillah.”
Bazen o eşiğe çok yaklaştığımı hissediyorum. Misal bu sabah. İstanbul’da hava güneşliydi, benim külüstürle köprüden geçiyorduk. Altımızda boğaz çarşaf gibi uzanıyordu. Dedim ki kendi kendime, “İpleri elinden salıversene. Böyle sıkı sıkıya tutmak yormadı mı seni nicedir? Yeter, kötülüklerden yoruldun, haksızlıklardan usandın, bırak kaçsın ipin ucu, üzülme.” Tam o anda karşı istikametten bir çakarlı araç geçti, dikkatim dağıldı, yapamadım. Çifte standartlara da tahammülüm kalmadı. Bize gelince gam, kasvet; ele ballı çörek. Reva mı bu?
Bir zehir karışıyor kanıma son günlerde dostlar. Kötülüğün tarafına geçmem an meselesi. Biri beni durdursun ya da bundan sonra olacaklardan ben sorumluluk kabul etmeyeceğim. Kendi aklımdan kaçıyorum. Kötü olmaktan kaçıyorum. İntikam bürümesin gözümü, kısasa kısas istemiyorum. Beni üzenleri, paramparça edenleri karmaya havale ediyorum. Nasılsa keser de sap da döner bir gün. Yeter ki o keser benim elime geçmesin. Kendimden korkarım öyle bir durumda. Gözümü kan bürünmesin.
Kendimi kaybetmekten, başka biri olmaktan kaçıyorum. Tersim pistir, biliyorum. Sonuçta akrep burcunun şerri mevzu bahis bünyede. Kırk yıla erişmeye bir kalan ahir ömrümde tersimle epeyce yüz yüze geldim. İnanın bana, korkunçtur kendisi. Anlayan anlar, anlamayanın da kendi problemi. Unutmam! Bana yapılan iyiliği de kötülüğü de. Unutmuş gibi yaparım, hatta kendime bile böyle derim. Silerim zihnimden bazen.
Daha küçükken okulun bahçesinde voleybol izler, “Dişe diş kana kan,” diye slogan atardık. Mayamda var yani. Yok istesem yaparım. İstesem dünyalarını başlarına yıkarım, ayaklarının bastığı zemini deprem olur yerle bir ederim ama istemiyorum. Ancak istemeye de ramak kaldı, işte bundan çok korkuyorum.
“Sevgili zalim dünya, bıraksan ya yakamı,” desem bana vereceği cevabı çok net biliyorum. “Sen bırakmıyorsun ki.” Ne yapayım yani, bana vazgeçmemek öğretildi, huyum kurusun inşallah. Yine de tüm yaşadıklarıma müteşekkirim. Hayat zorluklardan alınan dersler toplamıdır bence. Gerçi her şeyin de bir haddi, hududu var. İşte ben o huduttan geçtim ya da geçmek üzereyim. “Bekle beni kötülük, ben geliyorum,” diyerek Erol Taş gülüşü yapmak istiyorum. Allah’ım sen aklıma mukayyet ol, ben galiba bu zehri daha fazla damarlarımda taşıyamıyorum. Birine patlayacak yakında.
Biri derken, herkes potansiyel taşımıyor elbette. Korkuya mahal yok. Kaçtığım şeyi zihnime salanlar hedeftekiler. Çaresizlikten kötülüğe meylettiğimi düşünmeniz beni üzer. Birden çok çare, yöntem, plan beynimin çeperlerine vurup duruyor. Ama hepsi kötücül, hepsi destroyer gibi. Eksile eksile geldim bu zihne. Önce gözümdeki ışıltı gitti ki hiç gideceğini, söneceğini ummazdım. Sonra umut etmek sadece yazılarımda kullandığım bir fiil oldu. “Umut ediyorum, umutlanıyorum, umutlansak da mı yaşasak, umutlanmadan mı yaşlansak?” gibi, gibi… En son huzuru kaybettim, içimde hep çok kötü bir şey olacak telaşı. Yoruyor doğrusu, çok yoruyor.
Geçen gecelerden birinde rüyamda çocukluğum vardı karşımda. Şaşkınlıkla bakıyordu bana. İki yandan toplanmış kıvırcık saçlarıyla yaklaştı, boncuk kara gözlerini kocaman açmıştı. “Ne oldu sana?” diye sordu. Cevap veremedim ona. Ağzımı açtım ama bir kelam edemedim. O anda uyandım. Hani son zamanlarda bir yapay zekâ uygulaması yetişkinlikle çocukluğu sarmaş dolaş hâle getiriyordu ya muhtemelen bundan etkilendim. Herkes arasında trend olan paylaşımlar da bence saf sevgi arayışımızın bir göstergesi. Çünkü bebekken, çocukken yani hayatın henüz başındayken sevilmeye dair umudumuz çoktur ve o zamanlar sevgiyi hak eden şanslı zümredeyizdir. Ama nedense büyüdükçe kirleniriz, değerimizden kaybederiz. Oysaki hâlâ insanız, hâlâ ilk doğduğumuz günkü kadar sevilmeyi hak ediyoruz. Peki neden hiç de öyle olmuyor? Misal ben, neden şu anda bu yazıyı yazacak kadar taşkınım? Neden hain planlar yaparken yakalıyorum kendimi? Neden yok etmek istiyorum bazı kimseleri ve bazı şeyleri? Neden insanların bana sürekli haksızlık yaptıklarını düşünüyorum? Ve neden ben de artık onlara zarar vermek istiyorum? Nasıl geldim ben bu sınıra? Ah bilsem, ah bilebilsem.
Benim suçum mu? Ben mi istedim bu eşikte olmayı? Ben mi istedim üzerimde beyaz gömlek varken içimdeki narı dürtmeyi? Bu ruhumdaki yaraların müsebbibi ben miyim? Hayır efendim, hiçbiri benim yüzümden olmadı. Hiçbirini ben istemedim. Suçu bu defa almayacağım üzerime. Taşıdığım tüm yükler beni bu hâle getirdi. Evet belki kimseyi dinlemedim, burnumun dikine gittim ama bu kadarını hak etmiş olamam, değil mi? Kimse hak etmez bu kadarını, emin olabilirsiniz. Teyide muhtaç bir bilgi değil bu, çekinmeden yayabilirsiniz.
Ey dış mihraklar, ey kanımdaki zehir, ben benden geçmek üzereyim, bilesiniz. “Beni değiştiremeyeceksiniz,” diye tiratlar atmayı çok isterdim ama sonuçta ben de Yaşar Baba değilim, Süper Baba hiç değilim, hatta artık Damla bile değilim. Kaybolduğum labirentler var, hep aşağıya, denize doğru yürüsem, yolumu bulurum, biliyorum. Ancak yine de hak edenlerin hak ettiklerini bulmalarını şiddetle istiyorum.
Öyle şiddetli ki bu istek, ondan korkuyor ve kaçıyorum. Bir kitapta okumuştum. “Kenarı kırık fincan olmakta sorun yok. Bir hikâyesi olanlar o fincanlardır,” diyordu. Sanırım Matt Haig’in Rahatlama Kitabı adlı eserindeydi. Rahata ermek umuduyla okumuş, birçok satırın altını çizmiştim. Hikâyem olduğu için değerli hissetmiştim. Doğru, insanlar okudukları hikâyelerde dram severler ama dramın içinden bildiriyorum. Burada havalar hiç uzaktan göründüğü gibi değil. Fırtına çok kuvvetli. Çatıları zor tutuyorum, yuvaların yıkılması an meselesi. Sakın yaklaşmayın, ölüm tehlikesi. Bir de şöyle diyordu kitapta, “Elini uzatan taraf hep sen olmak zorunda değilsin.” Şahsen ben elimi uzatmaktan çok kafa göz dalmak istiyorum. “Şiddete meyletmişsin,” diyebilirsiniz. Ben en azından açık açık yazıyorum. Görünmeyen, suratta patlamayan ama ruha derin sancılar bırakan şiddetler var bu hayatta. Dışarıdan ahkam kesmesin kimse boşuna.
Roma İmparatoru filozof Marcus Aurelius, “Bir dış etken yüzünden üzüntü duyduğunuzda, acı o şeyden değil, sizin ona biçtiğiniz değerden kaynaklanır ve bu durumu her an tersine çevirebilme gücüne sahipsiniz,” demiş. Ben bugünlerde güçten öte hiddetliyim. Bu hiddetle taş ocağına girsem ortalığı toz duman ederim. Kendimden kaçma sebebim de işte tam bu. Biçtiğim değere layık olmayanların gözümden düşüp parça parça olmalarından, “Ben buna mı kıymet vermişim,” demekten korkuyorum.
Bir zehir karışıyor kanıma. Kalp ritmim bozuluyor, damarlarım genişliyor sanki ve ruhum çok sıkılıyor. Kaçıyorum. En iyisi bu inanın. Halk sağlığını düşünüyorum sonuçta. Bir faciadan, kitlesel bir imhadan ama en çok kendimi kaybetmekten korkuyorum. Kaçıyorum işte, kötülük yakalayamasın beni. Hatta aklımdaki hain planların karşısına geçip diyorum ki,
“Yakalasana, hadi sıkıysa yakalasana.”
“Yakalarsam muck muck,” diyor bana.
Ona son tepkimi gösteriyorum. Nanik yapıyorum.



