Cumartesi, Kasım 22, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Kaçış ve Nar Taneleri

Persephone, ormanda arkadaşlarıyla çiçek toplarken, yeraltı tanrısı Hades tarafından kaçırıldı. Annesi Demeter karalar bağladı. Tarım ve bereket tanrıçasıydı; onun acısıyla doğa da küstü, toprak kurudu, mevsimler durdu. Persephone yeraltının karanlığından annesine dönmek istedi. Tanrılar dayanamadılar bu acıya ve durumu bir hükme bağladılar: Persephone yılın yarısını yeraltında, diğer yarısını da yeryüzünde geçirecekti. Böylece annesine geri dönebilecekti ama yeraltındaki karanlık da artık onun bir parçası olacaktı.

Bu mit, sadece doğanın döngüsünü anlatmaz. Yaralı kadınlar için birçok hazineyi içinde saklar. Bir yaraya gömülen ruhun acılı da olsa cesaret dolu dönüşümünü anlatır. Çünkü yaranın ilacı, çoğu zaman yaranın kendisinde gizlidir. Kaçmamız gereken yer, anne kucağının sıcaklığı değil içimizde sakladığımız, göz göze bile gelmek istemediğimiz o soğuk yeraltıdır. Hades tarafından kaçırılan Persephone’nin şifası Hades’in kendisinde gizlidir. Karanlığa inmeden, ışığın nasıl bir şey olduğunu tam olarak hissedilemez. 

Peki ya bugün? Modern kadın, modern insan nerede duruyor? Travmasından kaçıp saklanmak için anne şefkatini mi arıyor, yoksa karanlığa inmeyi mi göze alıyor? Belki de hiçbirini yapmıyor. Bugün kaçışın adresi ne Hades’in yeraltı karanlığı ne de Demeter’in kolları. Kaçtığımız yer artık dijital dünyanın parlak, renkli, ışıklı ekranları. Göründüğümüz ama gerçekten görünmediğimiz, konuştuğumuz ama duyulmadığımız, bağ kurduğumuzu sandığımız ama kimseyle göz göze bile gelemediğimiz kalabalık ama ıssız bir orman.

Görüntülü konuşmalar, Zoom toplantıları, FaceTime’lar… Ekrana bakıyoruz ama kimseyle göz göze gelmiyoruz. Çünkü bir insanın gözlerine bakmak için kameraya yani o siyah küçük deliğe bakmamız gerekiyor ki karşı taraf baktığımızı sansın. Teknik olarak dijital bir görüşmede göz göze gelmemiz mümkün değil. Yaptığımız şey aslında bir yansımanın yansımasına bakmak. Kendimizi gösteriyor gibi yaparken aslında hem karşı tarafın bakışından hem de kendi yüzümüzden kaçmak. 

Bu dijital dünya, dışarıdan kapıları sıkıca kapalı, karanlık bir orman gibi. İçinde belki de kaçak olmayan ama kaybolmuş ruhların dolaştığı bir yer. Paylaştığımız her gönderi, aldığımız her beğeni bu kapıya çakılan bir çivi gibi. Görülmek için girdiğimiz bu ormanda, sonunda gerçekten görülmekten vazgeçiyoruz. Hepimiz bu parlak sığınakta yavaş yavaş solup gidiyoruz. Ve artık hepimiz çok yalnızız. Bağ kurmaktan, yüzleşmekten, göz göze bakmaktan kaçıyoruz. 

Ama bir gün ruhumuz “kral çıplak” diyecek. Çünkü burası güzel değil. Burası zarif değil. Burası bağ kurmak için gereken saygının bulunduğu bir yer değil. Bu orman; bir şeyler gösteriyor gibi yapan ama aslında sessiz ve boş bir alan. Burası soğuk. Hem de Hades’in yeraltından bile daha soğuk, çünkü yeraltında acının gerçekliğinden gelen bir ısı ve dönüşümün güçlü potansiyeli vardır. Burada ise sadece sessiz bir hiçlik var. Bu orman kimsenin bir şeylere dönüşmesini istemiyor. Kendisine kaçanlara verdiği nar taneleri yok. Hipnozun gücü ile tüm kaçakları ıssız labirentlerinde kaybediyor. 

Meşhur bir filmde şöyle deniyordu: “Şeytanın en büyük başarısı, insanları hiç olmadığına inandırmaktır.” Bu dijital dünya da belki Hades’in en büyük başarısıdır. Bizi buranın karanlığın dibi olmadığına, sadece zararsız bir kaçış olduğu yanılsamasına inandırmak. Oysa burası yeni bir kaçış değil, burası karanlığın en derin köşesi. 

Peki burdan bir çıkış var mıdır? 

Persephone yeraltından çıkarken elinde nar taneleri taşıyordu. Onu yeraltına bağlayan, geri dönmeye mecbur bırakan o minik nar taneleri. Ona yeraltına tekrar dönmemesi için ordan yiyecek hiçbir şey kabul etmemesi söylemişti ama nar tanelerine hayır diyememişti. Ama o nar taneleri aynı zamanda, karanlığı tanımış olmanın, gölgeyle yüzleşmiş olmanın da sembolüydü. O nar taneleri, onun yeraltına da, yeryüzüne de ait olduğunu hatırlatıyordu. Bağ, esaret değil, farkındalıktı. O nar taneleri yeraltından çıkabilme gücünün ve gerektiğinde oraya yeniden inebilmek için gereken casaretin somutlaşmış haliydi. 

O halde önemli olan nedir? Önemli olan şey, neyi seçtiğimiz ve tercihlerimiz midir? Bir insan olarak beni ben yapan şey, hayatın bana sunduğu sayısız sahne arasında, hangi sahnede durmayı seçtiğim olabilir mi? Hades’in karanlığında olabilirim, dijital dünyanın parlak ama soğuk gölgelerinde gezinmiş olabilirim, annemin sıcak kollarını özlüyor olabilirim ya da güneşin aydınlığında duruyor gibi görünebilirim. İyiliğin, kötülüğün, ışığın ya da gölgenin içinde, bu sahnelerin bana dayattığını bu kadar çabuk kabullenmeden yaşamayı seçiyorum.

Göz göze gelmekten bu kadar çabuk vazgeçmeden… Gerçek bir bağ kurmaktan korkmadan… Daha güzel görünmek, daha çok onay almak için kendimden vazgeçmeden…

Nar tanelerim hep yanımda. Gerektiğinde, hayat bana hangi karanlığı, hangi parlak tuzakları, hangi sahte kaçışları sunarsa sunsun, benim de bir seçim hakkım olduğunu hatırlatmak için. Nereye dönersem döneyim, hatırlamak için. Üç adet nar tanem var: cesaret, kırılganlık, özgürlük. Bunları yanımda taşıyarak, bir daha yeni bir kaçışa ihtiyaç duymadan, deneyimin içine, bütün içtenliğimle… devam edebilirim.

Şevin Aksoy
Şevin Aksoy
İstanbul Üniversitesi İspanyol Dili ve Edebiyatı mezunu. Uzun yıllar İspanyolca ve Portekizce dillerinde turist rehberliği yaptı. Roman, felsefe, araştırma ve çocuk edebiyatı alanlarında çeviriler yapıyor, yazılı metinlerle farklı yaş gruplarına sesleniyor. Yayınlanan çevirilerinin yanı sıra doğa, mitler ve kadın hikâyeleri üzerine yazılar yazıyor. Annelik, kadınlık ve dönüşüm temaları yazılarında sıkça yer buluyor. Yazmakla hem kendine hem başkalarına biraz daha yaklaşabildiğine inanıyor.

POPÜLER YAZILAR