Ruhun kanatları var mı sizce? Sizi bilmiyorum ama benim ruhumun kanatları var; hem de en büyüğünden. O kadar büyük ki bir kez çırptı mı kanatlarını, gider en uzağa… O kadar büyük ki zor sığdırırım bedenime.
Ruhumun kanatlarını fark ettiğim kısa bir zaman dilimi, uzun bir “an”lar birleşmesi öncesinde ruhumdan uçmasını istedim. Ne de olsa yapmasına engel olacak bir şey yoktu. Her şeyden önce kocaman kanatları vardı; daha ne olsun…
Bedenin tevellüdü çoktan geçse de ruh ya bu; yumurtadan yeni çıkmış, tüysüz, çirkin kuşlar gibiydi uçmayı bilmeyen. Korktu doğal olarak, iki adım geriye gitti. Kendisini acaba bir ağacın en tepe dalında mı hissetmişti? Hâlbuki yere basıyordu ayakları. Hatta o kadar yere basıyorlardı ki yer bile kendini en aşağıda hissediyordu.
“Korkma,” dedim. “Ben yanındayım; yüzümü okşayacak kanadının rüzgârı…”
Yüzüme baktı endişe içinde.
“Hangisi daha kötü?” diye sordu. “Kanatlarımı çırpıp da uçamamak mı, yükselip de artık çırpamamak mı aşağı düşerken? Yoksa en yükseğe çıkıp bir daha geri dönmemek mi?”
Bunu hiç düşünmemiştim o ana kadar. Bildiklerimin, bilmem gerekenlerden ne kadar uzak olduğunu işte o an anladım. Ama yine de bir cevap seçemedim.
“Uç,” dedim sadece. “Gerisini düşünme. Eğer çırptığın kanatlar havalandırmazsa seni, korkma. Ben yanındayım; kanatlarını yine sana sarar, bedenimdeki sığınağına koyarım. Anlarız ki gücünü toplamak için daha zaman varmış. Eğer seni havalandıran kanatlar yorulursa yukarıda, düşmekten korkma. Ben kanatlarının rüzgârını hissedecek kadar ardındayım; kollarımı açar, seni yakalarım. Anlarız ki en yükseklere az kalmış ama biraz daha sabretmek lazımmış. Eğer en yükseğe çıkıp da bulutlara değerse başın ve geri dönmezsen, korkma. Nerede olursam olayım, ben senin kanatlarındayım. Biliriz ki her bir bulutla, her bir güneşle, ayaklarının bastığı her bir toprakla, gölgesine konduğun her bir yaprakla ben de uçarım.”
Bu üç ihtimalden en kötüsü hangisiydi, ben de bilmiyordum; ama ne ona ne kendime söyleyemedim.
“Ama,” dedi, “burada ne hız alabileceğim bir yol ne de kendimi bırakabileceğim bir boşluk var.”
“Yola çıkma,” dedim. “Yol koşturur, yol yorar, yol ayaklarının altına taşlardan halı yapar. Gel benimle; bir uçurum var içimde, senin bile bilmediğin. Oradan atla. Atla ki uçurumun derinliği seni yutacağını sanırken kanatlarının gölgesinde sinsin. Atla ki kendisini kendisine hapsetsin, beni terk etsin.”
Gözlerini kapattı, gözlerimi kapattım. Saydı içinden, saydım içimden.
“Bir,” dedim.
“İki…”
“Üç,” dedi.
Gözlerimi açtığımda gitmişti. Kanatlarının rüzgârı içimi titretti. Ne yükselmeye çalışırken yerinde kalmıştı ne de yükseklerde kanatları yorulmuştu. Üç ihtimalden sonuncusu olmuştu. Bulutlara değen başı, beni ardında bıraktı. Ruhum uçmayı başardı; ben onsuz devam etmeyi. Ruhum özgürlüğü tattı; ben onu özlemeyi.
Kısa bir zaman dilimi, uzun bir “an”lar birleşmesi sonrasında birden ardımda belirdi.
“Ne zaman geldin ruhum? Görmedim seni.”
“Korkumu yendin,” dedi. “Korktuklarımın hiçbiri beni yenemedi. Başım bulutlara değdiğinde ardıma baktım ama… Yeterince uzaktaysan her şey aynı görünür ya; göremedim seni.”
“Neden döndün?” dedim. “Dönmek kanatlarını acıtmadı mı?”
Ardına sakladığı kanatlarını çıkardı; kanatları kanatılmıştı. Sormadım, söylemedi.
Sardım kanatlarını; koydum içimdeki yerine.
Kanatları o kadar büyük ki zor sığdırdım bedenime.
İyileşsin… Belki bir gün uçar yine.



