Kadın küçücük pencerenin önündeki perdeyi kenara itip engin denize bakarak durdu; günler yavaş geçiyordu.
Tanrısal bir merak benimki. Güneşin doğuşuna kaç dakika var? Beni dirilten tek şey gün. Gece olmasın. Perdenin içinden geçen rüzgâr, sanki kaçmakla kalmak arasında kalmış bir nefes. Perde sadece pencerede mi? Perde zihnimde. Zihnim kapanıyor parça parça her gün, her saat. Gün geliyor su gibi berrak. Şükür demek ki ümidim diri hâlâ. Perde perde zihnimi açan tek şey şu penceremdeki rüzgârgülü. Renkleriyle dünyama sızan gökkuşağı o. Kaç gün oldu? Kırk. Yok hayır, elli.
Gözlerim bazen kocaman dirilten bazen de küçücük öldüren. Ayna pencere, pencere ateşin yakan yüzü. “Rüzgârgülünün dönerken sadece kırmızısına bak, beyaz olur,” dediler, doğruymuş. Beyaz saçlı adam karşıki eczaneye girecek. Kaç gün sonra? Zaman durdu, bir ömür oldu. Apartmanın kapıcısı kolundaki koca sepetteki karşı bakkaldan aldığı gazeteleri kapı kapı gezip dağıtacak. Açmayacağım kapıyı. “Bir şey istemiyorum, gazeteyi de kapıdaki sepete bırak,” diye bağıracağım. Kaç gün sonra?
Çocukluğundaki koca pencereleri ve İzmir’deki evlerin mutfaktan salona bakan minicik pencerelerini hatırladı.
İşte yine geldi aklıma. Penceredeki yansımamı görüp ateşle oynayıp yaktığım koltuğun alevi beni sarmadan yanıma koşan annem neden şimdi yok? Koşsa yetişebilir mi ki? Ya da sekizinci kat balkon demirine tırmandığımda karşı balkondaki komşunun hem annemi arayıp hem beni oyalamaya çalışması gibi çaba üstüne çaba mı hayat? Tanrısal bir merak benimki. Güneş doğdu denizin üstünden, sarı ve sıcak. Odaya sızdı ufacık delikten. Zaman çok yakın. Eğip bükmek mümkün diyorlar, doğruymuş, burada zaman illüzyon. Zaman ne ki? Zamanın bize göz kulak olması neden? Ben mi zamanı, zaman mı beni kontrol ediyor? Bilmeden…
Kapının önünden geçen birinin adımları kulağında çınlıyor; dışarısı içeriye doluyor. Tak tak tak bu nasıl bir ayak sesi. Nereye gidiyor ki? Üst kattaki cimri adam çay bile ikram etmez ona. Karşısındaki kuş yuvası saçlı adam kapıyı bile açmaz uyur o bu saatte. Yok yok. Kendinden çok emin bu ayak sesleri. Kaptanın olmalı.
Düşünceler gökyüzündeki bulutlar gibi içinden geçiyor diğerinin.
Kadın önemini yitiriyor tanımıyor artık kendini. Sesler, renkler sızıyor geçmişe ve şimdiye hepsi aynı anda cevap veriyor sorulara.
Kim ki bu içimdeki? “Tanrı soylu ruhları sınar. Erdemli kalmak mutluluğun koşulu,” diyen Seneca buradaki tek yakın arkadaşım. Yazgımın gizli, tutkulu, üstün sezgisi. Özüme yolculuk. Pencere bir pencere değil upuzun bir koridor, içeriye sızan geçmişe bağlı bir geçit. Kuyulara açılıyor iki ucu koridorun. Varlığım oralarda ne arıyor? Güneşini. Kaç pencere açılır ki içimde bu sabah? Her sabah…
Kırmızıya bakınca beyaza dönüyorum, ben de artık rüzgârgülüyüm. Benim itaatsizliğim bu başıma dert, bu yüzden tanrı hep sınıyor. Ruhum semazen, dönüyor etrafında sonsuz kez. Benim defom sancılarım. İçinden çıkılmaz katmanlarım. Kim söz geçirebilir ki şu saçma aklıma? Söz geçiren bir ömür kamaramda.
Kadın ayna gibi parlayan camdaki simsiyah gözlerine dalıyor, kurtarıyor sonra arkasında kalana dönüyor ve ışık çakıyor zihninde dışarıda gördüğü her şey aslında gönlünün derininde.
İşte hep deniz hep dalga… Kaç gün oldu? Kırk. Yok, hayır elli. Kara görünmedi. Yuvarlak lumbuz… Her sabah aynı yere açılan kalp pencerem dalgalı deniz. Hayalim gerçek gerçeğim hayal. Ben’e ait ben olmayan duygular, iradem kuru yaprak. Kırk gün mü elli gün mü? Kara görünmedi.
Arkamda yine aynı saatte aynı ses, “Hadi kahvaltıya.”



