Cumartesi, Kasım 22, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Urgan

Zemherinin ardından bahar ılık nefesini hissettirmeye başlamıştı. Yılmaz ailesi, kızlarına uygun donör bulunmasının sevinciyle, ilkbaharla birlikte âdeta onlar da çiçek açmıştı.  On yılın ardından müjdelenen kızları Sema’nın, iki böbreğinin de işlevini yerine getirememesi hayatlarını kâbusa çevirmişti. Henüz on yedi yaşındayken başlayan bu rahatsızlığıyla iki yıldır mücadele ediyordu Sema. Ailesi, özellikle psikolojik açıdan zor geçen bu günlerin bir an evvel bitmesini istiyordu. Bir yığın tedavi sonucu kucaklarına aldıkları kızlarının, gençliğinin baharında diyaliz makinasına mahkûm olması, anne baba için tahammül edilmesi çok zor bir durumdu. Her şeylerini vermeye hazırlardı biricik yavrularının sağlığına kavuşabilmesi için. İkisinin böbreğinin de kızlarına uygun olmaması kahrediyordu onları. Babası Mehmet’in, taşıyıcı Hepatit B hastalığı, annesi Leyla’nın ise tek böbrekle yaşamını sürdürmesinden dolayı ikisinden de kızlarına hayır gelmiyordu. 

Ailede donör olmak isteyenlerden alınan örneklerin en uygunu, Sema’nın kuzeni Alp’in verdiği örnekte görüldü. Alp bu duruma çok sevinmişti. Kendisinden iki yaş küçük olan amcasının kızına, hem kuzeni olduğu için hem de farklı hisler beslediği için ayrıca mutlu olmuştu. Sema da Alp’in ona olan hislerinin farkındaydı aslında. Bir yıl öncesine kadar abi dediği Alp’e, şimdilerde sadece Alp demeye başlamıştı. O da boş değildi aslında ama amcasının oğlu diye kendini frenlemeye çalışıyordu. 

Ameliyat öncesi tetkikler için Alp sık sık hastaneye gidiyordu. Her şey yolunda ilerliyordu. Sema’nın doktoru, bu şekilde devam ederse iki gün sonra nakil ameliyatının gerçekleşeceğini söylemişti. Ailede bu haber tarifi imkânsız bir heyecana sebep olmuştu. Alp, anne ve babasını beş yıl önce trafik kazasında kaybetmişti. Amcası, âdeta babasının yerine geçmiş, Alp’e babasızlığı hissettirmemek için elinden geleni yapıyordu. Böbreğinin uyum sağlamasına çok sevinmişti ama bir taraftan Alp’in de tek böbreğe mahkûm olması üzüyordu onu. 

Leyla, kızının moralini yüksek tutmak için elinden geleni yapıyordu. Sema’nın arkadaşlarını çağırıyor, çayın yanında kek, poğaça yapıp güzel vakit geçirmelerini sağlıyordu. 

Nihayet o gün gelmişti. İki kuzen ameliyat için hazırlanıyordu. İkisinin operasyonu da aynı anda gerçekleşecekti. Sema, Alp’le yalnız konuşmak istedi. Odadan herkesin iki dakikalığına çıkmasını rica etti. 

“Yaptığın çok büyük fedakârlık. Bunu yapmak zorunda olmadığını defalarca söyledim sana, biliyorsun. Tek böbreğe mahkûm olmayı göze alıp benim yaşama tutunmamı sağlama niyetin için nasıl teşekkür edilir bilmiyorum. Çünkü teşekkürle geçiştirilecek bir konu değil. Ömrüm boyunca sana minnettar kalacağım. Kuzendik, şimdi bir beden de iki can olduk. Yine de geç kalmış değilsin, iyi düşün. Böbreğini vermekten vazgeçersen sana asla kızmam.”

“Sen ne saçmalıyorsun ne vazgeçmesi? Verdiğim kan örneği uygun çıksın diye ne kadar dua ettim haberin var mı? Değil bir böbreğim, ömrüm sana feda olsun. Düşünme sen böyle şeyleri, ameliyatımızı olalım sağlığımıza kavuşunca nasıl olsa ödeşiriz,” dedi Alp kocaman gülümsemeyle. Sema duyduklarından sonra ameliyatın gerginliğini üstünden atmış, tatlı bir tebessüm kondurmuştu yüzüne. 

Ameliyata hazırlamak için hastane personeli odaya girince, tekrar bir heyecan başlamıştı. Alp’in kendi odasına geçmesini, orada hazırlanacağını söylediler. Sema’nın yanında annesi Leyla, Alp’in yanında ise amcası Mehmet vardı. 

Hazırlıklar bittikten sonra sedyeye alınan Sema ve Alp, engel olamadıkları gözyaşları ve ailesinin dualarıyla ameliyathaneye doğru ilerlediler. 

Leyla ve Mehmet için ameliyathanenin kapısında ıstırap dolu bekleyiş başlamıştı. Leyla, yanında getirdiği dua kitabını birkaç kez hatmetmiş, ondan sonra ellerini gökyüzüne açıp duaları peş peşe eklemişti. Doktor, sabah erken saatte odaya gelip, aileye ameliyatın süresi ve işleyişi hakkında kısa bir bilgi vermişti. O yüzden, dört saatten önce ameliyatın bitmeyeceğini biliyorlardı. Birkaç saat yoğun bakımda kalacaklarını da hesap ederek sabah dokuzda girdikleri ameliyatın çıkışının, saat üç ya da dördü bulacağını düşünüyorlardı.

Altı saatin bir ömre bedel olduğu bir zaman daha önce hiç yaşamamışlardı. Öyle ki, ameliyatın bittiğini öğrendikleri an, on yaş birden yaşlanmış gibiydiler. Hemşire, hastaları odaya getireceklerini söylediğinde ise zaman durmuştu onlar için. Âdeta cansız bir mankene dönmüşlerdi. Hemşire durumun farkına varıp peş peşe iki kez seslenmişti.                                                              “Leyla Hanım, beni duyuyor musunuz? Sema Hanım ve Alp Bey’i odalarına götürmek üzere hazırladık birazdan çıkaracağız. İsterseniz odaya çıkıp bekleyin, isterseniz burada bekleyin birlikte çıkalım.” Leyla, ikinci seslenişte kendine geldi. Kocasına dönerek “Ben burada kızımı bekleyeceğim, ya sen?” diye sordu. Mehmet’tin de oradan ayrılmayacağını öğrenince sevinmişti. 

Odaya çıktıklarında Alp, Sema’ya göre daha iyi durumdaydı. Hafif ağrıları olsa da kendindeydi. Hemen kalkıp yan odadaki Sema’nın yanına gitmek istedi. Buna hemşireler ve amcası müsaade etmedi. “Kendini iyi hissediyor olabilirsin ama yeni ameliyat olmuş biri için fazla cesaret. Bugün kalkmak yasak sana, nekahet dönemini geçir sonra nasıl olsa görürsün Sema’yı,” diye tatlı bir sitem etti amcası. Alp’i iyi görmek çok mutlu etmişti Mehmet’i.

Hastanede geçen iki günün ardından Alp taburcu olmuştu.  Bir hafta sonra Sema’nın durumunun da iyiye gitmesi, hastaneden taburcu olması için önemli bir eşikti.  Kontrol için odaya gelen doktoru gören Yılmaz ailesi, her gün olduğu gibi merakla doktorun ağızından çıkacak kelimelere odaklanmışlardı.

“Size sevineceğinizden emin olduğum bir haberle geldim. Sema, için her şey yolunda ilerledi. Ters giden hiçbir durum yok. Yarın taburcu olabilirsiniz. Sizden tek ricam kontrollerinizi aksatmayın. Evde kullanmanız gereken ilaçları yazıp hemşire hanımla göndereceğim.” Sema’nın yanına yaklaşıp elini tuttu “Çok azimlisin Sema, kendini hiç bırakmadın, seni tebrik ediyorum. Bundan sonra da kendine çok iyi bak olur mu?” Sema doktordan aldığı güzel haberle yeşermişti.

Yılmaz ailesinin evindeki üzüntünün yerini şen kahkahalar almıştı artık. Bir ayın sonunda Sema, eski sağlığına kavuşmuştu. Yüzüne gelen renk ve tazelikten iyi olduğunu anlamak hiç zor değildi. Renkli kişiliğe sahip olan Sema, ailesine muziplikler yapmaya dahi başlamıştı. Evin duvarları bile çiçek açmıştı.  

Ameliyattan iki hafta sonra Sema kendini iyi hissetmeye başlamıştı ama tamamen iyileşmesi için aile hassas davranıp bir ay zoraki dinlendirmişlerdi kızlarını. Alp’in iyileşmesi çok daha kısa sürmüştü. Neredeyse bir hafta sonunda sağlığına kavuşmuştu. İzinli olmasına rağmen mühendis olarak çalıştığı inşaat firmasındaki işinin başına dönmüştü. Gündüz işe gidiyor, akşamları ise soluğu Sema’nın yanında alıyordu. 

Alp’in ilgisi Sema’nın çok hoşuna gidiyordu. Akşam olunca gözünü saatten alamıyordu. Alp bir an evvel gelsin istiyordu. Alp sevgisini platonik yaşamak istemiyordu artık. Fırsatını bulduğu ilk anda açılmıştı Sema’ya.

“Açık sözlü olduğumu bilirsin Sema,” diyerek giriş yapmıştı konuya. “Lafı eveleyip gevelemek söyleyeceklerimi daha da zorlaştıracak biliyorum. O yüzden beni mazur gör. Sana aşığım Sema.” Sema ne söyleyeceğini az çok hissetmişti ama bu kadar anif olacağını tahmin etmemişti. Ne diyeceğini bilemedi. Bir süre sessiz kaldı. Bu şekilde değil de daha romantik söylemesini bekliyordu aslında. Alp, tam tersi biraz ağır abi tavırlıydı. Aslında karakter olarak çok zıt ikiliydiler. Alp, Sema’nın duraksamasından tavrını beğenmediğini hissetmişti. “Beni biliyorsun kuzen, güzel konuşmayı pek beceremem. Ama seni seviyorum be. Kuzen dediğime de bakma, sana aşığım Sema.”  Sema’nın yelkenleri suya inmişti. 

“Sen hep böyleydin bilmez miyim? Çok sinir olurdum sana küçükken.” 
“Ya şimdi? Yine de sinir oluyor musun bana?”                                                                                                                   “Dur bir düşüneyim, sinir oluyor muyum diye.”
Sema’nın esprisinden sonra ikisi de ağız dolusu güldüler. Keyifleri yerindeydi. 
“Anneme yardım edeyim, yemekler pişmiştir sofrayı hazırlarım,” diyerek mutfağa doğru ilerledi Sema. Yüzünde güller açıyordu.

Leyla, kızını mutlu gördükçe bütün sıkıntılarını unutmuş, yavrusu için hayata dört elle sarılmıştı. Sema’nın sevdiği yemekleri yaparken Alp’in sevdiklerini de unutmuyordu. Minnet borçluydular Alp’e.

Alp, çalışkanlığının yanında çok da hırslı biriydi. Kimseye muhtaç olmamak için var gücüyle çalışıyordu. Amcası Mehmet gibi hatırı sayılır bir kişi olmak istiyordu. Babası, amcasına göre daha pasif, doğru dürüst iş tutturamadığı için ekonomik olarak hep darlık içindeydiler. Mehmet, kardeşinin üzerinden elini hiç çekmez çocukların eğitim giderlerini de her zaman kendi karşılardı. 

Alp’in idolü amcasıydı. Onun gibi olmak için çok para kazanması gerektiğini düşünüyordu. Çalıştığı iş haricinde başka işlerde koşturduğunu kimseye söylemiyordu. 

Günler ayları kovalarken Sema ve Alp evlilik düşüncelerini aileye açmaya karar verdiler. Alp’in çekindiği durum, anne ve babası olmadığı için Sema’yı ailesinden kimin isteyeceğiydi. 

Gençler, evlilik kararlarını aileye birlikte açmayı planladılar. Akşam, yemeğe amcasına gelen Alp, yemekten sonra çay faslında Sema ile kaş göz işareti yaparak konuyu açtı. Mehmet ve Leyla, bu habere çok sevinmişti. Leyla’nın aslında haberi vardı. Sema annesine biraz bahsetmişti Alp’le olan durumundan. O yüzden şaşırmadı ama çok mutlu oldu. Mehmet ise oğlu gibi sevdiği yeğeninin, kızıyla olan münasebetinden keyif almıştı. Ailece Alp’e karşı minnet duygusu olduğunu gizleyemiyorlardı. Alp’in hırsları Mehmet’i endişelendirse de gençlik heyecanına veriyor, minnet duygusu ağır basıyordu.

Sema, aksatmadığı kontrollerine en son gittiğinde de her şeyin yolunda olduğunu, ilaçlarını ve kontrollerini aksatmadığı sürece hiçbir problem olmayacağını öğrenince evlilik yolundaki planlarını hızlandırdılar. 

İsteme olayını ise Mehmet, güzel bir şekilde halletmişti. Alp ve Sema’yı karşısına alarak “İkinizde benim çocuklarımsınız, istemeye ne hacet. Gönül rızasıyla kızımı sana veriyorum oğlum,” diyerek bu sorunun üstüne çizik atmıştı.                                                                                                              

Leyla, kızından daha çok heyecanlıydı. Hiçbir eksiğin olmadığı, güzel bir nişan yapmak istiyordu biricik kızına. Kocasıyla birlikte nişan için mekân arayışına girdiler. En son baktıkları lüks bir otelin davet salonuna karar verdiler. Sema çok fazla gösterişi sevmeyen bir kızdı. Sade bir nişan da olabilirdi onun için ama ailesinin hevesini kırmamak adına sesi çıkmıyordu. 

Her şeyin kusursuz olduğu nişanın üstünden beş ay geçmişti ki düğün heyecanı sarmıştı aileyi. Düğünü de Mehmet yapmak istiyordu. Alp’i oğlu gibi gördüğü için baba olarak bu görevi de üstlenmek istemişti. Alp bunu kabul etmek istemedi. Düğünü kendisinin yapmak istediğini ısrarla söyleyince amcası onu ezmemek için kabul etmişti. 

“Amca, hiç endişen olmasın kızına layık bir düğün yapacağım. Sema sizin olduğu kadar benim için de kıymetli. Her şeyin en güzelini yapmak isterim,” diyerek amcasını rahatlattı. “İyi bir düğün yapacağım diye kendini zorlama evladım. Bütçen ne kadarsa ona göre davran. Sema’yı biliyorsun böyle şeyleri önemsemez gözü tok bir kızdır. Onun hoşlandığı şey güzel vakit geçirmek.” “Bilmez olur muyum amca, sen merak etme ben halledeceğim.” Mehmet, Alp’in güzel maaş aldığını biliyordu ama Etiler’de dubleks bir daire alıp bu kadar lüks döşeyecek kadar kazanabildiğini de bilmiyordu. Altına çektiği son model Mercedes cipi görünce de şaşkınlığını gizleyememişti. Kendisine sorduğunda ise çok çalıştığını, ücretli mesai yaptığını söylemişti.

Boğazda çok lüks bir mekânda yapılacak olan düğün günü gelip çatmıştı. Her şey o kadar güzeldi ki masal gibi bir düğün olmuştu. Kadınların şıklıkta yarışırcasına hazırlanmış olmaları takdire şayandı. Sema peri kızı gibiydi. Düğünde bulunan herkesin mutluluğu yüz ifadelerinden okunuyordu. 

O geceki masalın sonuna gelmişlerdi. Yeni çiftler, balayı için eve gidip üstlerini değiştirerek hazır olan valizlerini alıp Sema’nın isteği üzerine Hindistan’a uçacaklardı. Balayında Tac Mahal’i görmek için bu ülkeyi seçmişti. Balayı da olsa kocasıyla ilk olarak kültür seyahati yapmayı tercih etmişti. Alp, Kanarya Adalarına gitmek istiyordu ama Sema’nın isteği onun önceliği olmuştu.

Günlerin çabuk geçtiği gibi balayı da çok çabuk geçmişti. Çifti, ailesi özlemle havaalanında bekliyordu. Leyla, kızını çıkış kapısında görür görmez koşarak boynuna sarıldı. O anki sarılma, Sema’yı ilk kucağına aldığındaki sarılması gibi özlem doluydu. Öpücüklere boğmuştu kızını. “Yeter artık, ben de kızımı özledim izin ver bende sarılayım,” diyen kocasının sesini duyunca istemeden de olsa ayrılmıştı kızının yanından. “Kusura bakma oğlum, ilk kez ayrıldım Sema’dan o yüzden çok özlemiştim. Seni de çok özledim, hoş geldiniz,” diyerek Alp’e sarılmıştı Leyla.

“Ne kusuru yenge?”                                                                                                                                                        “Yenge değil oğlum, anne diyeceksin.”                                                                                                                               “Affedersin anneciğim.”                                                                                                                                                       “He, şimdi oldu.”

Mehmet, araya girerek “Anneniz sizin için öyle bir hazırlık yaptı ki bir an evvel görmeniz lâzım. Bu arada söyleyeyim kızım, sen gittiğinden beri annen bana hiç güzel yemek yapmadı,” diyerek gülüştüler.

Leyla, sofrayı hazırlayıp gitmişti kızını almaya. Eve geldiklerinde sadece yemekleri ısıtıp sofraya getirmek kalmıştı. Yeni çift gittikleri, gezdikleri yerleri ballandıra ballandıra anlatıyordu. İki gülüp bir konuşuluyordu masada. Bu mutluluğun hiç bozulmaması için Leyla durmadan dua ediyordu. Yemek ve çay faslı bitince gençler dinlenmek için eve gitmek üzere izin istediler. 

Yeni çiftlerin, evlerindeki ilk geceleriydi. Çok yorgun oldukları için tek istedikleri bir an evvel uyumaktı. Alp, sabah erkenden kalktı, ayaklarının ucunda hareket ederek Sema’nın uyanmasına sebep olmak istemedi. Aynı sessizlikte evden çıktı. Çıkmadan önce “Günaydın prenses. Yanından ayrılmak çok zor ama işe gitmek zorundayım. Seni çok seviyorum,” diye yazdığı not kâğıdını komodinin üstüne bırakmayı da ihmal etmedi. 

Sema notu okur okumaz telefona sarıldı. Kocasını aradı. Karşılıklı olarak birbirlerine ihtiras dolu iltifatlar ettikten sonra telefonlar kapandı. Sema kahvaltısını yapıp evin düzeniyle meşgul olmaya başlamıştı. Bir taraftan rahatsızlığı yüzünden dondurduğu eğitimini tamamlamak için İstanbul Üniversitesi Mimarlık Fakültesindeki son sınıfa, kayıtın bitmesine iki gün kala tekrar kayıt yaptırmıştı. Okulun açılmasını sabırsızlıkla bekliyordu. 

Sema, hiçbir şeyi ertelemek istemiyordu artık. En kısa zaman da anne olmayı da planına almıştı. Birçok karpuzu aynı anda koltuğa alma fikri heyecan vermişti Sema’ya.

Mutlu evliliklerinde üç ayı geride bırakmışlardı. Alp’in işlerinin yoğunluğundan mütevellit eve geç gelmesi Sema’nın canını sıksa da kocasına belli etmemeye çalışıyordu. Okul başlayınca ben de meşgul olacağım nasıl olsa diyerek kendini avutuyordu.

Alp’in geç gelmelerine, şehir dışı seyahatlerde eklenince neredeyse evde olduğu günlerle olmadığı günler eşitlenmişti. Öyle ki Sema, hamile olduğu müjdesini kocasına on beş gün sonra verebilmişti. Bu mutlu haber evlerine neşe katmış, tekrar canlanmışlardı. 

Bebek müjdesi Alp’in işlerinin yavaşlamasına sebep olmamıştı. Hamileliğini neredeyse yalnız geçiriyordu. Annesinin üzülmemesi için mutsuz olduğundan bahsetmiyor yüzüne sevimli maske takıyordu.

Alp’in huyu da giderek değişmeye başlamış gergin, asabi bir adam oluvermişti. Karısının hamile oluşuna aldırış etmeden en ufak bir şeyde bağırıp çağırmaya başlamıştı. 

Sema, okulun başlamasıyla kendini derslerine verip kafasını dağıtmak istese de nafileydi.

Hiç böyle hayal etmemişti oysa. Masal gibi olacaktı her şey. Hele anne olacağını öğrendiğinde artık onu hiçbir şeyin mutsuz edemeyeceğini düşünmüştü. Ama öyle olmamıştı. O renkli kişiliği buğulanmış, neşeli hâlinden eser kalmamıştı. Hayaller ve hayatlar denen olayın tam ortasına düşmüştü. 

Sınıf arkadaşı Merve’nin esprili hallerini gördükçe kendinden nelerin eksildiğini daha çok anlıyordu. Kantindeki sohbetlerinde Merve’ye “Sende kendimi görüyorum, çok kısa zaman öncesine kadar yaşadığım hastalıklara rağmen neşemden hiçbir şey kaybetmemiştim. Şimdi o hâlimden eser yok.”
“Hastalıktan daha çok seni mutsuz edecek nasıl bir olay yaşadın ki arkadaşım? Anlatmak istersen iyi dinleyiciyimdir.”
“Belki bir gün anlatırım ama o gün bugün değil.” 
“Ne zaman istersen ben hazırım.”                                                                                                                                   “Vazgeçtim anlatıcam, çıkışta müsaitsen bir kahve içelim mi?” 
“Olur arkadaşım. Güzel bir kafe biliyorum oraya gideriz.”                                                                                                    “Uzak olmasın ama eve gidip yemek yapmam lâzım. Hoş Alp’in yemeğe geleceği de belli değil ya.”
“Anlamadım.”
“Boş ver.” 

Son derste kendini kötü hissetmeye başlayan Sema, Merve’ye “Kahve planımızı başka bir güne erteleyelim. Biraz sancım var. Eve gidip dinlenmek istiyorum,” dedi.

Çalan telefon sesiyle irkilmişti Sema. Eve gelir gelmez çantasını, montunu sandalyenin üzerine atıp kendini kanepeye bırakmıştı. Düşüncelere dalmışken uykunun koynuna girivermişti. Telefona uyandığında, üşüdüğünü hissetti. Üzerine bir şey örtmeden öylece uzanmıştı çünkü. Zaman kavramını şaşırdı bir an, saate baktı 20.30 olduğunu görünce üç saattir uyuduğunu fark etti. Alp’in aradığını düşünmüştü ama arayan Merve’ydi. “Nasıl oldun Sema? Bu saatte aradım kusura bakma ama merak ettim seni.”   “Ne kusuru Mervecim? Tam tersi aradığına çok memnun oldum. Dinlenmek iyi geldi açıldım biraz.”
“İyi olmana sevindim canım. Yarın ders yok biliyorsun, dışarda bir şeyler yapalım mı? Havamız değişsin azıcık.”
“Olur Mervecim,” derken sesinde ağlamaklı ton olduğunu hissetti Merve.
“Yalnız mısın?”
“Evet.”                                                                                                                                                                            “Alp ne zaman gelir?”
“Bir bilebilsem.”                                                                                                                                                           “Yanına gelmemi ister misin? On beş dakikalık yol bana.”                                                                                     “Dertleşmeye o kadar ihtiyacım var ki ama yorulmanı istemem.”
  “Ay saçmalama ne yorulması? Sen çayı koy, hemen geliyorum.”

Telefonu kapatınca Alp’i aramıştı. “Ben de şimdi seni arayacaktım. Nasılsın aşkım?” diyen Alp’in niyeti baskın çıkmaktı. “Bu saate kadar nasıl olduğumu hiç merak etmedin mi? Bu hâlimle beni ne kadar ihmal ettiğinin farkında değil misin? Biz neden böyle olduk.” 
“Başlama yine. Seni rahat yaşatabilmek için eşek gibi çalışıyorum daha ne yapayım.”
“Ben mi istedim bunu senden? Seninle sen olduğun için evlendim paran için değil.”
“Geç bunları aşkım. Param olmazsa durmazsın yanımda.”
“Paramız var peki sen yanımda mısın?”
“İşim var aşkım, geç gelicem sen uyu bekleme beni.”
“Söyleyeceğin sadece bu mu?”
“Amma abarttın aşkım. Hadi iyi akşamlar. He bir de seni seviyorum.” Sema cevap vermeden telefonu kapattı. Lavaboya kendini zor attı. Midesinde bir şey olmadığı için boş boş öğürmekten başı ağrımıştı.

Kapının zilini duyunca sevindi. Ağlamamak için kendini zor tutan Sema, Merve’yi görünce gözyaşlarına hâkim olamamıştı. Merve arkadaşına sarıldı, Sema’nın omzunda ağlamasına izin verdi. “Ayakta bıraktım seni kusura bakma Merve. Hadi içeri geç otur. Çay demini almıştır bardakları doldurup geliyorum.” Merve üzerini çıkartıp oturana kadar Sema elinde çay tepsisiyle gelmişti.  

Merve lafı dolandırmak istemiyordu. Arkadaşının sıkıntısını paylaşıp biraz olsun hafiflemesini istiyordu. Az buçuk derdini hissediyordu aslında. “Semacığım, belki tanışalı uzun zaman olmadı ama sanki yıllardır seni tanıyor gibi yakın hissediyorum. Açık sözlü olduğumu anlamışsındır. Zeki de sayılırım. Dost olacak kadar uzun zaman olmadı ama izin verirsen dostun olmaya talibim. Bana nasıl bir çıkmazda olduğunu anlatabilirsin. Belki bir faydam dokunur. En azından paylaşmak hafifletir seni.”         

“Aynı duygular bana da geçti. Öyle olmasaydı omuzunda ağlar mıydım? Açık sözlü olmayı ben de severim.” Gözleri yine buğulandı. Çayından bir yudum daha aldı ama isteksiz içtiği belliydi. 

Ayağa kalktı şifonyerin çekmecesinden resim albümünü çıkarıp Merve’nin yanına oturdu. Nişan ve düğün resimlerini gösterirken ne kadar mutlu olduklarını söylüyordu. Kendini prenses gibi hissettiren kocasından söz ederken yine göz yaşlarına boğulmuştu. Albümü Merve’nin kucağına bırakarak karşı koltuğa geçti.

“Şimdi o adamdan eser yok Merve. Alp’i yeni tanımadım ki, kuzeniz biz. Biraz ağır abiydi ama çok iyi bir insandı. Babam annem hepimiz çok severdik onu. O da bizi aynı şekilde sever sayardı. Çalışma ve para kazanma hırsı bambaşka bir adama dönüştürdü onu. Ne beni ne de karnımdaki bebeği düşünüyor. Nedenini sorduğumda ise sinirleniyor, ben aynı benim deyip duruyor. Ailemin haberi yok bu durumdan. Hastalığım için kahrolmuşlardı tam mutlu olmuşken tekrar üzmek istemiyorum onları.” Merve, gözyaşını silmesi için sehpanın üzerindeki mendili Sema’ya uzattı.                                                                                                                       

“Arkadaşım, sen bu adamı seviyor musun?”                                                                                                                     “Seviyorum tabii, kocam o benim.”
“Kocan olduğunu biliyorum duyguların ne durumda onu diyorum.”
“Gerçeği söyleyeyim mi? Seviyorum elbette ama minnet duygum daha ağır basıyor.”
“Niye minnet duyuyorsun ki?”
“Çünkü onun böbreğiyle hayata tutundum.” Merve, kalakalmıştı. Diyecek bir şey bulamıyordu. “Yine de bu durumu ailenle paylaşsan iyi olur,” diyebildi. “Şimdi değil, belki düzelir. Çok çalışıyor asabiliği ondandır. Çocuk doğunca bu kadar yalnız bırakmaz beni herhalde. Üzüntümle senin de canını sıktım değil mi?” 
“Olur mu öyle şey, arkadaşız biz tabii ki dertleşeceğiz.”                                                                                           “Rahatladım inanki. İçimde tuta tuta çatlayacaktım,” dedi Sema, yüzüne zoraki bir gülümseme kondurarak. 

Gece üç sularında kapının tıkırtısına uyanmıştı Sema. Aslında uyuyor da sayılmazdı. Yatak odasına gitmemiş koltukta uzanırken yarı uyur yarı uyanık kocasını bekliyordu. Niyeti, adamakıllı konuşmaktı. Sorunun ne olduğunu bilmek istiyordu. Çocukluktan beri âşık olduğunu söylediği hâlde daha doya doya vakit geçiremeden neden bu kadar uzaklaştığını öğrenmek istiyordu. 

Kapıdaki tıkırtı uzun sürünce merak edip kapıya doğru ilerledi. Gördüğü manzara üzmüştü onu. Zil zurna sarhoş, ayakta durmakta zorlanan kocasının durumu mahvetmişti onu. Karısını karşısında görünce anlamsızca gülmeye başlamıştı. İlk kez bu kadar sarhoş görüyordu kocasını. İyice şirazesinin kaydığını düşündü. İçinden, ne hâli varsa görsün. Hiç yardımcı olmayacağım, dedi. Böbreği aklına gelince kocanın senin için yaptığı fedakârlığı unutma, dedi kendi kendine. Banyoya götürüp elini yüzünü yıkamasına yardım etti. Üstünü çıkaramayacağını düşününce salondaki koltuğa uzanmasına yardımcı oldu. Üzerini örttükten sonra yatağına geçti. Yorganı kafasına çekip hıçkıra hıçkıra ağladı.

Elinin üstünde hafif gıdıklanma hissiyle gözlerini açtı. Ne zaman ve ne kadar uyuduğunun farkında değildi. Elinin kocasının dudaklarında olduğunu görünce ani bir refleksle geri çekti. O sırada ezan sesini duydu. Sabah olduğunu anladı. Yatakta oturur pozisyona geçti. Alp’in biraz daha yaklaştığını görünce kalkmak için hamle yaptı. O sırada Alp kolunu kavrayıp tekrar oturmasını sağladı. Yüzünde mahçup bir ifade vardı. Bir şeyler söylemek istiyor da geri yutuyor gibiydi. Nasıl olduysa konuşmaya karar verdi.                                                                                         

“Neyi nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum. Ben de böyle olsun istemezdim ama mecburum.” Mecbur kelimesini duyan Sema, “Anlamadım neye mecbursun?” dedi. “Çalışmaya mecburum.”
“Sana çalışma diyen mi var? Sıkıntı çalışmanda değil anlamıyor musun?”                                                             “Anlamıyorum.”                                                                                                                                                            “Anlatayım o zaman. Evlendiğimizden bu yana ne kadar baş başa kalabildik? Dışarı çıkmayı geçtim evimizde karşılıklı en son ne zaman yemek yedik? Her şey bir tarafa baba olacak olman da mı heyecanlandırmadı seni? Hayatında biz yokmuşuz gibi davranıyorsun. Evli olduğumuzu unuttun galiba.”
“Mecburum diyorum neden anlamıyorsun?” Sema hızlıca ayağa kalktı elbise dolabını açıp kazaklarının altına sokuşturduğu içinde beyaz toz olan küçük şeffaf paketi alıp kocasının karşısına geçti.
“Buna mı mecbursun?”  Alp’in suratı birdenbire kıpkırmızı olmuştu. Sinirden küplere bindi.

“Ne saçmalıyorsun sen? Nereden buldun onu? Bana ait olduğunu nerden çıkarıyorsun? 
“Daha fazla gizleme. Ben her şeyin farkındayım ama senin söylemeni bekledim. Madde kullandığını neden benden gizledin?”        “Hiçbir şey bilmiyorsun Sema. Madde falan kullanmıyorum. Numuneydi o.”
“Numune mi? Hadi ama çocuk değilim ben.”

Alp, paketi Sema’nın elinde görünce sevinmişti aslında. Nerde düşürdüm diye yana yakıla arıyordu. Birinin eline geçtiyse ya da iş yerinde düşürdüysem bana karşı kullanıp şikâyet ederlerse diye kara kara düşünüyordu. Karısının bulmasına kızsa da sevinci galip geliyordu.

Alp, herkesten gizlediği parasının kaynağı, çalıştığı firmadaki mühendislik işi değildi. Zira aldığı maaşla bu kadar lüks para harcanamazdı. Mehmet şüphelenmekte haklıydı ama konduramıyordu yeğenine. 

İnşaat firması, işin görünen yüzü olduğunu nasıl söyleyebilirdi. Buzdağının görünmeyen kısmı ise kirli işlerin yapıldığı yerdi. Firmanın sahibi, esas parayı uyuşturucu kaçakçılığıyla kazanıyordu. Alp’teki para hırsı dikkatinden kaçmamıştı. Sadakatini sınadığı birçok işle de bu adam benim işime yarar diyerek onu da kirli işlerinde kullandırmaya başlamıştı. Önceleri paraya boğup işe dört elle sarılmasını sağlamıştı. Zamanla sağ kolu hâlini almıştı. İnşaat malzemesi adı altında yurtdışından uyuşturucu getirmesi görevini Alp’e vermişti. O yüzden zamanının çoğunda yurtdışı ya da şehir dışındaydı. Para çok cazip gelmişti Alp’e. Hep daha çok kazanayım diye diye evini, çok sevdiği Sema’yı bile görmez olmuştu. Tutunduğu gerçeği ise, zengin olursam itibarım olur, takdir görürüm düşüncesiydi. 

Sema’nın elinden hızlıca çekip aldığı poşeti bir hışımla ebeveyn banyosundaki klozete atıverdi. Sifonu da çektikten sonra aynı hızla Sema’nın yanına döndü. 

“Bir de akıllıyım diye geçiniyorsun. İnşaat malzemesini uyuşturucu sandın, üstüne benim de kullandığımı düşündün, pes diyorum başka da bir şey demiyorum sana. Bu mu senin kocana olan güvenin?”
“Bir Japon atasözü söyleyeyim mi sana? ‘Güvendiğin kişilerden sakın; tuzla şeker birbirine benzer.’ Bunun ne kadar doğru olduğunu şimdi anladım. Senin çalışma hırsın ikimizi de bir tarafa savurdu. Koptuk birbirimizden. Sana en çok ihtiyacım olduğu zamanı yaşıyorum. Karnımda ikimizden bir parça var ama ben tek başımayım. Bunların senin için hiç mi önemi yok?”
“Seni kısıtlamıyorum, istediğin gibi yaşıyorsun. Okuluna devam ediyorsun ailenle birliktesin, para sorunun yok. Senin yerinde olmak isteyen bir sürü kadın var.”
“Bu saydıklarına zaten sahiptim. Evli olduğumuz için yanımda olmanı istememin neyini anlamıyorsun.”
“Ben buyum Semacım. İşimi boşlayamam. Seni de çocuğumuzu da çok seviyorum ama daha fazlasını bekleme.”
“Herkes çalışıyor. Babam bildim bileli işinin başındadır ama bizleri hiç ihmal etmedi.”
“Ben böyleyim işine gelirse.”                                                                                                                                                 

“Ya gelmezse?”                                                                                                                                                                 “Gelse de gelmese de yapacak bir şey yok.”                                                                                                                       “Beni kaybetmekten korkmuyor musun?”                                                                                                                         “Bana bak kızım, ben senin için bir böbreğimden oldum sen ne kaybetmesinden bahsediyorsun?”
“Şimdi anlaşıldı. Böbreğini bana koz olarak kullanacaksın.”
“Valla nasıl anlamak istersen. Ben sana bir hayat bağışladım bunu sakın aklından çıkarma!”                                                                                                                                                                          
“Yeter! Daha fazla duymak istemiyorum. Hayatımı açık cezaevine çevireceğini bilseydim ölmeye razı olurdum böbreğin yerine.”

Alp, daha fazla tartışmak istemedi. Kapıyı çarpıp çıktı evden. İçten içe o da girdiği bu durumdan rahatsız olmaya başlamıştı. Ne gerek vardı, mesleğini yapıp helâl lokma kazanmak varken kendini de aileni de bu kadar sıkıntıya sokmaya, değdi mi? Battım bir kere çıkamam ki. Patron ilk günden söylemişti iyi düşün girişi var çıkışı yok bunun diye. Bunların merhameti yok ki gözlerini kırpmadan kıyarlar aileme, diye kendi kendine konuştu yol boyunca. Kopmak istese de kopamayacağını bilmek hayatı anlamsız kılmaya başlamıştı. 

Diğer tarafta Sema, hayallerinin bir sene olmadan suya düşmesine şaşırsa mı üzülse mi bilemiyordu? Tek bildiği şey bu adamla artık olmayacağıydı ama öyle kalın bir urganla bağlanmıştı ki, kaçıp gitmesi de mümkün değildi. İlgisiz bir erkekle asla evli kalamam dediği sözleri imtihanı olmuştu. Kaçıp gitmek istiyordu ama görünmez bir el onu geri geçiyordu. 

Urganın bir ucunda Alp ve hırsları, diğer ucunda ise Sema’nın minnet duygusu hayatlarını çözülemeyecek şekilde düğümlemişti.

İnsanların yaşadığı en büyük esaret, başkalarına duydukları minnet borcu hapishanesidir.

Nebiye Sevük
Nebiye Sevük
Rize doğumlu. Eğitim hayatına, beş yaşındayken geldiği İstanbul’da başladı. Anadolu Üniversitesi İşletme Yönetimi, İstanbul Üniversitesi Kültürel Miras bölümünden mezun oldu. Okuma ve yazma çocukluktan gelen tutkusu. Bu tutkusunu 2023 yılında “Umut’la Umuda” adlı kitabıyla somut hâle getirdi. "Hasret" adlı hikâyesiyle “Öykülerin Dili Var” adlı kolektif öykü kitabında yer aldı. Okumaya ve yazmaya tutkuyla devam ediyor.

POPÜLER YAZILAR