Cumartesi, Kasım 22, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Vedasız

Kapalı balkondaki uzun cam masanın başında otururken köprünün yanıp sönen kırmızı ışıkları görünüyor. Üzerinde yavaşça seyreden araçların farları birbirine karışırken ay bulutların arasından çıkıp hilal şekliyle parıldıyor. Elimdeki sigara bitmek üzere. Diğer elim kahve fincanının sıcaklığında ısınıyor. İçimde buraya son gelişim olduğunu bilmenin verdiği bir burukluk ve ona karışan, anlamlandıramadığım bir rahatlama duygusu var. 

Koliler dairenin her tarafında; kimileri ağzına kadar dolu, kimileri daha boş, üç dört tanesi bir köşede üst üste yığılı, bazıları bantlanmış yerde duruyor. Bu sonbahar gecesinde yağan yağmurun ıslattığı sokaklarda, arabalardan sıçrayan suların sesi derinden duyulan gök gürültüsüne eşlik ediyor.  

Emre içerde kaybettiği kimliğini arıyor. Her yer o kadar karışık ki, insanın kendisinin bile kaybolması mümkün. Sonunda sesleniyor, “Buldum.” Yanıma geldiğinde masanın üzerinde duran paketten bir sigara alıp yakıyor. Bilgisayardan Spotify listelerinden birini açıyor. Creep çalmaya başlıyor Radiohead’den. Sigaranın dumanı müziğin ritmine uyarcasına karışıyor havaya. Notalar ve duman iç içe geçiyor. 

“Ne düşünüyorsun öyle,” diyor.

“Hiç, manzaraya bakıyorum.”

“Bunlar son. Yıkacaklar binayı iki haftaya.”

“Evet, ne yazık,” diyor ve ekliyorum,” taşınma işi de zor.”

“Hallederim.”

Dumanı üflerken sol gözünü kapatıyor. Hep yapar bunu. Farkında mı acaba?

Kedi, salondaki lacivert koltuk takımının döşemesini paralıyor. Sesi buradan duyuluyor. 

“İyice paralasın,” diyor. “Paralasın ki o çirkin şeyleri de taşımak zorunda kalmayayım.” Gülüyor, başını arkaya yatırıp elini saçlarına atıyor.

Sigarasını söndürüp mutfağa geçiyor. 

“Birer kahve daha?”

“Olur tabii.”

Kahve makinesini çalıştırıyor. Gözüm köprünün üzerindeki ışıl ışıl araba farlarına takılıyor gene. Pencereyi açıyorum. Bir fotoğraf daha çekiyorum. Olmuyor. İstediğim gibi olmuyor fotoğraftaki görüntü. İki yıldır bu daireden çekmeye çalıştığım fotoğrafların hiçbiri gerçek görüntüyü yansıtmıyor. Aman boş ver! Sanki ne tam oldu ki bu ilişkide? Fotoğraf da eksik olsun.

“Gel içeri geçelim,” diyor elinde kahvelerle.

Balkondan girilen odada kocaman bir çalışma masası, dört beş sandalye, ayrı bir toplantı masası ve televizyon var. Televizyonda haberler açık. Birazdan sıkıcı bir sanat filmi başlayacak ama benim hiç izleyesim yok. 

“Kanalı değiştireyim mi?” diyor aklımı okurmuş gibi. Evet anlamında başımı sallıyorum. Bir müzik programına denk geliyor. Orada duruyor. 

“Demek bu son görüşmemiz,” derken yan gözle bana bakıyor.

“Evet, sen de böyle istiyorsun zaten.”

Sigarasını üflüyor. 

“Bizden olmadı,” diye mırıldanıyorum.

“Olmadı, olmazdı.”

“Keşke daha net olsaydın bana. Bu kadar uzatmazdık,” diyorum.

“Benim de kafam karışık. İşler güçler çok yoğun, sonra taşınma çıktı, aylardır uğraşıyorum, bir sürü şey var.”

Buraya en son geldiğimizde apartmanın otoparkında yirmi dakika kadar bekleyip sessizce arabada oturmuştuk. Bir çift geçmişti önümüzden el ele, sonra apartmanın ön tarafına caddeye doğru yürüyüp gözden kaybolmuşlardı. 

“Haydi bu çiftle ilgili bir senaryo yaz kafandan, kim bunlar, ne yapıyorlar?” diye sormuştu aniden.

“Bilmiyorum, aklıma bir şey gelmiyor,” demiştim huysuzlanarak. “Hem niye burada bekliyoruz? Sıkıldım oturmaktan.”

“Sıkıldım oturmaktan,” dedim Emre’ye doğru bakarak. Kıvırcık saçları, düzgün burnu, kirli sakalları ile çok yakışıklıydı. Bir an içim yandı. Kalktım ve mutfağa gittim. Dolaptan iki bira aldım. Leblebi buldum bir rafta, onu da aldım. 

Odaya geri döndüğümde konser programı devam ediyordu. Masanın yanındaki sandalyelerden birine oturdum, diğerini de karşıma doğru çevirdim. Ayaklarımı uzattım. Kool & The Gang konseriydi. Gözleri televizyonda kendini müziğe kaptırmıştı.

“Güzel müzik,” dedi.

Evet anlamında başımı salladım.

“Konuşmak istediğin özel bir şey var mı?”

“Hayır yok, sakin bir gece geçirelim yeter.”

“Peki.”

Buraya geldiğim ilk gün aklımda. Onu gördüğüm ilk an. Saçları rüzgârda savruluyordu. Uzun boyu sayesinde herkesin içinde göze batıyordu. Yaklaştıkça el salladı. Yol tarifine dikkat etmemiş, sağ yerine sola dönmüştüm. Bu yüzden biraz gecikmiştim. Kahve için sözleşmiştik. 

“Kahveyi yukarıda içelim,” diyerek apartmanı göstermişti. Kabul edip yukarı çıkmıştım. Daireyi gezmiştim o kahve hazırlarken. Büyük bir salon ve gördüğüm en çirkin koltuk takımıyla karşılaşmıştım. Girişte solda mutfak vardı. Mutfaktan çıkılan büyük cam masalı balkonun diğer kapısından şimdi oturduğumuz çalışma odasına giriliyordu. Kısa bir koridordan banyo ve bir küçük bir odaya geçiliyordu. Bugün de oturduğumuz odadan balkona geçmiş ve manzaraya karşı kahvelerimizi içmiştik.

“Uykun mu geldi?” dediğinden bugüne döndüm.

“Yok ya, eskiyi düşünüyordum, tanıştığımız günü.”

“Tanıştığımız gün. Evet ters yöne yürümüştün.”

“İlk hatırladığın bu mu?”

“Aklıma geliverdi.” Ekledi, “Komikti bence, güldürmüştü beni.”

Bu ilişki için yeterince uğraştım mı acaba, yeterince savaştım mı ya da savaşmalı mıydım yoksa kendi akışına bırakmak daha mı iyi oldu? Kafamda sorular. İçim kaynayan bir kazan. Dışım ise sakin, kabullenmiş.

“Bana söylemek isteyip de söylemediğin bir şey var mı?” Bu sefer ben sordum, var dese de anlatsa bir şeyler diye beklediğimi fark ederek. 

“Yok,” diye yanıtladı. “Senin?” Daha biraz önce sormuştu bunu. 

“Çok fazla şey var,” deyiverdim, “ama söylemek istemiyorum. Hani derler ya söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil, öyle bir şey.”

Sessiz kaldı. Ne dipsiz kuyu. Duymak istemediğine eminim. Gerçekten bir tesiri olmayacak çünkü söyleyeceklerimin. 

“Onun için,” diyorum, fazlasıyla neşeli bir tonla, “söylemeyeceğim hiçbir şey, sadece sakin bir gece geçirelim o kadar.”

“Bana uyar.”

Bir sigara daha alıyorum paketten. İçiyorum içime çeke çeke. Saat sabahın ikisi. Gerçi hiç uykum yok. Sekize kadar kalır, sonra giderim. Kalkıp salonun girişinde duran su sebilinden bir bardak su alıyorum. Odaya dönmeden mutfaktaki dolapları karıştırıyorum, abur cubur ne var diye. Deminki leblebilerin kalanını alıyorum, biraz da fıstık ve gofretler. 

“Yemek yemedik,” diyor. “Acıktın mı?”

“Aslında acıktım ama bu saatte bir şey bulamayız artık.”

“Dolapta dondurulmuş pizza var, onu yapayım.”

Kalkıyor ben otururken. İtiraz etmiyorum. Buzluğu karıştırıyor gürültülü bir şekilde.

“Buldum, bir tane yapsak yeter mi acaba?”

“Yeter yeter.”

Buzluğu kapıyor. Bir müddet tıngırdadıktan sonra odaya dönüyor. 

“Koydum fırına, yirmi dakikada olurmuş.”

Gülümsüyorum. 

“Sen eskiden bu kadar sigara içmezdin,” diyor.

“İyi geliyor,” diye cevap veriyorum.

Aslında iyi gelmiyor. Fazla içince tansiyonum düşüyor ama umurumda değil. 

Konser bitiyor, televizyon öylesine bir kanalda açık. Günün haber programlarının tekrarı var. Sesi kısık, kendi hâlinde. Ben kendi hâlimdeyim. Emre kendi hâlinde. Gecenin ağırlığı var üzerimizde. Işıklar loş. Saatler ilerliyor.

Pizzanın yanına açtığımız şaraptan kalan son yudumlar kadehlerimizde duruyor. Emre salondaki çirkin kanepede, yanında kedi ile kestiriyor. Ben televizyonun karşısında oyalanıyorum. Uykum benden kaçarak uzaklaşalı epey oldu. Birazdan sökecek şafağın habercisi karanlığın içinden doğan günün ilk ışıkları gökyüzüne kızıl bir aydınlık veriyor. Köprünün kırmızı ışıkları geceki kadar parlak değil. Birden içimden gitmek geliyor. Sabah birlikte kahvaltı yapacaktık ama şu an bir not bırakarak gitmek, vedayı kâğıt üzerindeki kelimelere bırakarak uzaklaşmak istiyorum. Sanırım yüz yüze vedalaşacak kadar hazır değilim bu ayrılığa. Ağlarım, sızlarım, bitmesin derim diye bir sıkıntı kaplıyor içimi. Eşyalarımı toplamaya başlıyorum. Burada giydiğim için burada bıraktığım birkaç parça eşyayı sırt çantama koyuyorum. Bitmek üzere olan sigara paketinden bir tane daha alıp çantamın gözüne koyuyorum. Bir kâğıt buluyorum, bir de kalem. Kelimeler gözlerimin önünde uçuşuyor, cümleler havada çarpışıyor. Sonunda “Böyle gittiğim için kusura bakma, hoşça kal,” diyorum. Sessizce salona girip nefesini dinliyorum. Kanepeye yaklaşıp eğiliyorum. Kıvırcık ve darmadağınık saçlarına bir öpücük konduruyorum. Gözlerime dolan yaşları elimle silip yanından uzaklaşıyorum. Sonra çantamı alıp kapıdan çıkıyorum. Çıkınca sola dönüp yokuş aşağı yürüyorum. Boğazımdaki düğümleri yutmaya çalışarak doğan güneşin ilk ışıklarına ilerliyorum.

Banu Kalkandelen
Banu Kalkandelen
1968 yılında İstanbul’da doğdu. Sırasıyla Maçka İlkokulu, F.M.V. Özel Işık Lisesi ve Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden mezun oldu. Yazmaya ortaokul yıllarında başladı. Milliyet Sanat Dergisi’nin açtığı “Genç Yazarlar” yarışmasında dereceye girdi. Kedim ve Ben sitesinde hayvan hikayeleri ve Kedici dergisinde makaleler yazdı. Profesyonel bir ajansta yazarlık, serbest içerik yazarlığı ve çevirmenlik yaptı. “Yazıya Giriş” ve “İleri Öykü Teknikleri” atölyelerini tamamladı. Editörlük tecrübesini geliştirirken çeşitli edebiyat dergilerinde öyküleri yayımlandı. “On Dört Pandabiyat Öykü Seçkisi” kitabında öyküsü ile yer aldı.

POPÜLER YAZILAR