Sizlere 1950’lerin Amerika’sında, kalabalığın arasında sessizce yürüyen bir kadından bahsetmek istiyorum.
Elinde Rolleiflex marka fotoğraf makinesi, bakışları çevresine dikkat kesilmiş sakin ve sessiz bir kadın…
Adı Vivian Maier.
Vivian Maier 1926’da New York’ta doğdu. Çocukluğu Amerika ile Fransa arasında geçti; sürekli yer değiştirmesine sebep olan bu hayat, onda güçlü bir gözlem yeteneği bıraktı. Bir yere tam olarak ait olmamak, ona dünyayı dışarıdan okuma becerisi kazandırdı.
1950’lere gelindiğinde o genç bir kadındı ve Amerika 2. Dünya Savaşı’nın ardından büyük bir dönüşüm yaşıyordu.
Savaş ekonomisi yerini hızla büyüyen bir tüketim kültürüne bırakmıştı.
Yeni evler, yeni arabalar, televizyonlar ve hayatı kolaylaştıran yeni eşyalar…
Devlet ve medya, “Amerikan Rüyası” adı verilen ışıl ışıl bir hayatı topluma muazzam bir hikâye olarak anlatıyordu. O yıllara kadar üretimde sanayide her alanda aktif görev alan kadınlar; artık iyi eş iyi anne olarak lanse ediliyor buna bağlı olarak da yeni ideal yaşam tarzının banliyöde yaşayan mükemmel aileler, düzenli bir iş ile gerçekleşebilecek sorunsuz bir gelecek olarak dayatıyordu.
Ama bu rüya, toplumun sadece bir kısmını kapsıyordu.
Arka sokaklarda, fabrikalarda, işçi mahallelerinde başka bir Amerika vardı; daha sert, daha kırılgan, daha görünmez.
İşte tam da bu yıllarda Vivian Maier, çocuk bakıcılığı yaparak geçimini sürdürüyordu.
Sıradan bir işte çalışan, sessiz bir kadındı.
Ama boş zamanlarında sokakları dolaşıyor; fotoğraf makinesiyle Amerika’nın parlak yüzünün arkasındaki gölgeleri kaydediyordu. O bu özendirici makyajlı hayatın gerisinde olanları biliyor, onları makinesi ile görüntülüyordu.
Maier’in fotoğraflarında siyahiler, çocuklar, işçiler, yaşlılar, evsizler ve sıradan insanlar sıkça karşımıza çıkıyor.
Bu insanlar, Amerikan Rüyası’nın posterlerinde yer almazlar.
Ama Vivian’ın kadrajında başrole bu insanlar yerleştiler.
Çünkü o, toplumsal gerçeği vitrinlerden değil, sokakların kenarından okuyabiliyordu.
Onun fotoğraflarında aynalar ve yansımalar sık sık görülür.
Bu yansımalar, hem dönemin kent estetiğini hem de Maier’in kendi kimliğini saklama hâlini hatırlatır.
Kendini çoğunlukla kadrajın kenarında, gölgelerde ya da camdaki bir siluet olarak gösterir.
Bu, bir tür görsel imza gibidir:
Akıp giden hayatın içinde gözlemci olmak, ama diğerleri için görünmez kalmak.
Vivian Maier’in yüz binden fazla fotoğrafı vardı.
Ama yaşamı boyunca bunları kimseye göstermedi. Hatta kendisi de maddi imkânsızlıklardan dolayı çektiği bu fotoğrafların ancak çok az kısmını bastırıp görebildi.
Ne bir sergi açtı, ne bir kitap yayımladı.
“American Dream” parıltısının arkasında kalan çatlakları, sessiz çığlıkları, unutulmuş hikâyeleri kaydetti.
Bugün onun fotoğraflarına bakarken hissettiğimiz şey yalnızca estetik bir beğeni değil;
aynı anda hem tanıdık hem tedirgin edici bir duygu:
İşte orada, köşede duran o insan… o benim de bir parçam olabilir.
Bugün Maier’in fotoğraflarına baktığımızda, 1950 ve 60’ların Amerika’sının iki farklı yüzünü aynı karede görürüz:
Bir yanda büyüyen refah ve vitrindeki gülümseyen yüzler…
Diğer yanda yalnızlık, yoksulluk ve dışarıda bırakılmışlık.
Vivian Maier’in kadrajı tam da bu çelişkilerin ortasında durur.
Vivian Maier 2009’da hayatını kaybettiği zamana kadar kendisi hakkında kimse fazla bilgi sahibi değildi. Bazı zamanlar ismini değiştiriyor, farklı kimliklerle yeni işler buluyordu. Çektiği fotoğraflarla gönlümüzde derin izler bırakan Vivien Maier ne yazık ki öldükten sonra keşfedildi.
Negatifleri bir depoda bulunduğunda dünya ilk kez ona baktı.
Ve o an, yıllarca hiç duyulmayan bir ses, birdenbire duyulur oldu. Sanat camiasında ismi sıklıkla anılmaya başlandı.
Bu sessiz adımlarla yürüyen kadın bize şunu hatırlatıyor:
Görünmez olanların, yansımaların, gölgelerin ve sessiz kalanların da bir hikâyesi vardır.
Ve bazen dünyayı en iyi anlatanlar, bazen de bu görünmeyen insanlardır.



