Bıktım! Vallahi bıktım, billahi bıktım! Şu emeklilik yaşım gelsin, bir dakika daha yapmayacağım bu mesleği.
Her gün öğretmenler odasında, daha ikinci derse girmeden bu sözleri söylerdi. 95 kilo ağırlığında, 1.50 boyunda, şakaklarından ter akan, yüzünde her zaman yapışmış bir peçete parçası bulunan, kişisel bakımına vereceği paraya altın bilezik alıp koluna takan, bu nedenle ekşimiş çökelek gibi kokan, menopoza çoktan girmiş ama herkesten saklayan, yüzünü bile çoğu zaman yıkamadan okula gelen, yılın 365 günü ensesindeki özensiz topuzuyla gezen coğrafya öğretmeni Saliha.
“Ne oldu Saliha Hocam? Kim kızdırdı yine sizi?”
“Aman, benim şansım mı var ayol? Her şey gelir beni bulur. Yalan mı? Siz de görüyorsunuz işte! Ne nöbet yerim düzgün olur ne de ders programım. En kötü sınıflar sürekli bana düşer… Bilerek yapıyorlar ama! Çocuk doğurmadıysam kendime doğurmadım. Devlete fazladan hizmet etmek için mi doğurmadım ben? Çocukları sevmiyorum, kime ne! Şu yeni gelenleri de yüklediler bana. Bütün dokuzlar bende. Okulun kurallarına uyan öğrenci mi var? Öğrencilikten haberleri yok! Okul açılalı üç ay olacak, hâlâ ilk günkü gibiler. Şu yeni gelenlerden bir çocuk var. Üç aydır dersime geç kalıyor. Nedenini soruyorum, susup yüzüme bakıyor. ‘Oğlum, konuşsana! Niye susuyorsun!’ diyorum. Bu kez başlıyor gülmeye. Kulağına yapıştım bugün. Gözlerimin içine bakıp daha çok gülümsedi. O gülümsedikçe ben de iyice bir kıvırdım kulağını. ‘Utanmaz herif! Niye gülüyorsun?’ diye bağırdım. Vazgeçmedi. Gülmeyi sürdürdü. Ne ah diyor ne ıh! O öyle güldükçe ben de daha fazla kıvırdım kulağını. Az daha koparacaktım.”
Edebiyat öğretmeni Özgür:
“Aman hocam, çekmeyin kulak falan! ‘Şiddete hayır!’ diye kendimizi paralıyoruz her gün duyduğumuz olaylardan.”
Tarih öğretmeni Türkân:
“Sinirlerinize hâkim olmalısınız Saliha Öğretmenim. Bir şikâyet ederlerse uğraşır durursunuz. Çekmeyin öyle kulak falan! Dokunmayın kimsenin çocuğuna!”
“Aman! Hepiniz de öğrencinin avukatı oldunuz! Ben yılların Saliha Öğretmeniyim! Sizden mi öğreneceğim ne yapacağımı?”
Öğrenci dostu Resim öğretmeni Gülşah heyecanla:
“Kulağını çektiğiniz öğrenci kim?”
“Aman yeter be! Sorguya çektiniz iyice beni! Kimse kim! Sorumluluğunu bilsin her kimse!”
Öğretmen masasının üzerinde son on yıldır açmadığı ama göstermelik olarak sürekli taşıdığı atlasını ve ders kitabını aldığı gibi kapıya doğru paytak paytak yürüyerek öğretmenler odasından çıktı.
“Böyleleri de öğretmen, biz de! Biz, bireyi topluma nasıl kazandırırız diye emek sarf edelim, diğeri tutsun kulak koparsın! Nasıl bir sistem bu, aklım almıyor!”
Felsefe öğretmeni Halil’in sitemli sözleriydi bu.
O sırada içeriye, içinde üç poğaça olan poşetini sallayarak Fizik Öğretmeni Cilveli Cavidan girdi. Fiziği pek bir şeye benzemese de giyimi, konuşması, kahkahası ile ona bu adı çocuklar değil, bizzat öğretmen arkadaşları takmıştı. “Günaydın!” deyip öğretmenler odasının orta yerinde durduk yere yine bir kahkaha patlatmıştı. Karadenizliydi, sessiz konuşamazdı!
Pencere kenarında uyuklayan Matematikçi Hurşit, Cavidan’ın kahkahasıyla kendine gelmişti.
Üç poğaçayı da “Yer misiniz?” diye beş kişiye sormuştu. Öyle de cömertti! Ama asla dört tane almazdı…
Saliha Öğretmen ikinci derse daha da öfkeli girmişti. Masaya kendini zor attı. Eliyle masayı yumruklayarak, “Susun!” diye bağırdı. “Bir kişi kalem versin bana!”
Sınıf defterini açtı, yoklama fişini eline aldı. Yeniden yoklama almaya üşendi. Şimdi kim okuyacaktı kırk kişinin adını!
“Başkan! Sınıf tam mı?”
Arka sıradan başkan seslendi:
“Hayır hocam, bir kişi eksik!”
“Kimmiş o? Numarası kaç?”
“Engin yok öğretmenim!”
“Engin kim?” diye sorduğu anda sınıfın kapısı açıldı ve az önce kulağını kopartacağı Engin sınıfa girdi.
“Lan yine mi sen? Yine mi geç kaldın benim dersime? Çık lan dışarı, seninle uğraşmayacağım! Yok yazayım da aklın başına gelsin! Dalga geçiyor benimle sanki! Bile isteye geç kalıyor dersime. Ben seni bir disipline vereyim de gör gününü!”
Engin bir şey söylemek istediyse de Saliha Öğretmen dinlemedi.
“Çık dışarı diyorum sana, duymuyor musun?”
Engin, sarışın, orta boylu, zayıf bir çocuktu. Yüzü kıpkırmızı oldu. Gülümseyerek sınıftan çıktı.
Saliha Öğretmen bağırıp çağırmayı sürdürdü. Bu, ders işlemekten daha çok kolaydı.
“Böyle öğrencilik mi olur? Bizler sizin yaşınızdayken tir tir titrerdik öğretmenlerimizin karşısında. Okula geç kalmak nedir? Önce annemiz çekerdi kulağımızı; ‘Daha hazırlanmadın mı?’ diye. Böyle saçlar örgüsüz falan okula mı girebilirdik! Saçlarımızı annemiz sıkı sıkı örerdi. Üstelik iki örgü yaparlardı. Başta annemiz, sonra öğretmenimiz! Bizim için her sözleri kanundu!”
“Peki ya babanız?” dedi arka taraflardan bir ses.
“Babam mı?”
O an duraksadı Saliha Öğretmen.
“Babanız neydi hocam?” diye yeniden seslendi arkadan.
Saliha Öğretmen sustu.
“Eh tamam! Başlatmayın şimdi babama! Kesin sesinizi!”
Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirine bakıp sustular.
“Babanız” sözcüğü birkaç saniye kulağında uğuldamayı sürdürdü.
Yaşamı boyunca onlarca kişiye baba demişti. Ama gerçek babası kimdi, bilememişti.
Peki ya annesi, sahiden hiç çekmiş miydi kulağını okula geç kalıyor diye?
“Açın kitapları! Sayfa 85’ten 94’e kadar sessizce okuyun!” diye bağırdı. Sonra sandalyesine oturdu.
Niye böyle bir yalan söyleme gereği duymuştu? Yoksa o da hemen her gün herkesin eski zaman anılarından söz etmesinin etkisine mi kapılmıştı?
Oysa ne annesi olmuştu bu dünyada saçlarını ören, ne de bir babası.
Gözlerini yetimhanede açmıştı. Kendinden büyük bütün erkek bakıcılar babası, kadınlar ise annesi olmuştu.
Yetimhanenin o buz gibi duvarları üzerine üzerine gelirdi çoğu gecelerde.
Gözlerini sımsıkı kapatır, başını yorganın içine sokar, uyuyuncaya dek tir tir titrerdi.
Altına kaçırdığı gecelerde, üşümekten çok sabah poposuna yiyeceği şaplakları düşünerek uykusuz kaldığı ne çok geceler olmuştu!
Hele şu yaşlı olanı hiç acımaz, vurduğu yerde bir de etini kıvırırdı.
İşte o an ağlayarak çığlığı basardı.
Saç örgüleri olmamıştı hiç yaşamında. “Bitlenirsiniz” bahanesiyle kısacık keserlerdi kızlı erkekli herkesin saçını.
Ortaokula başlayacağı yıl saçlarını kestirmek istememişti.
Hasta bakıcı, oturttuğu sandalyenin önüne tek tek kızları alıyor, canı nereyi kesmek istiyorsa makası oraya atıyordu.
“Hayır!” dedi Saliha. “Ben kestirmem saçlarımı; uzatacağım!”
“Gel kız buraya! Kural böyle, uzun saç yasak! Bitlenip geleceksin okuldan, yatağı yorganı attıracaksın bize! Devlete verdiğiniz zarar yetmiyormuş gibi daha çok zarara neden olacaksın! Ananızın babanızın iki dakikalık zevkine devletin başına belasınız hepiniz! Gel buraya; kaldırma beni ayağa!”
Saliha inat etmişti. Kestirmeyecekti saçlarını.
Kendinden birkaç yaş büyük yalaka iki kıza,
“Tutun, getirin şunu önüme!” diye emir verdi.
Saliha kaçmak istediyse de kolundan yakaladı büyük olan. “Bırak beni!” diye çırpınışları yarar sağlamadı.
Öyle bir tuttular ki kollarından, Saliha o günden sonra kimsenin kendine dokunmasına izin vermedi.
O elleri hep bedeninde duyumsadı.
Saliha’yı bakıcının önüne attılar.
Bakıcının önce okkalı iki tokadını yedi.
Ardından kulağını çekmeye başladı.
Söylenerek öyle bir çekiyordu ki kulağı kopmuş sandı.
Ne denli ağladıysa da yararı olmadı.
Kafasına vurarak tutam tutam kestiği saçlarını kucağına attı.
Ne çileler çekmişti devletin kurumunda büyüyünceye dek!
Kimseyi kimseye şikâyet edememenin sancısını ne çok çekmişti.
Şikâyet edene dünyayı dar etmek neymiş, küçük yaşta öğrenmişti.
Devlet eliyle okutulmuş, gezmeyi çok sevdiği için de coğrafya öğretmeni olmuştu.
Dünya haritasını kafasına çizmişti.
Rotasını da belirlemişti.
Bir gün her yeri gezeceğim düşleriyle…
“Hocam! Sınavımız ne zaman?” diye bir sesle daldığı karanlık kuyudan çıktı Saliha Öğretmen.
“Ne sınavı?”
“Dersin sınavı hocam, ne sınavı olacak!”
“Ha, doğru! Aman be! Söylerim ben size ne zaman olacağını, sorup durmayın!”
O sırada sınıfın kapısı birdenbire açıldı.
Hiddetle içeri giren, müdür yardımcısı Osman’dı.
“Saliha Hocam! Bu çocuğun dışarıda ne işi var?”
“Geç kaldı derse. Nedenini sordum, söylemedi. Yalnızca pişkin pişkin güldü. Diğer derste yine geç kaldı. Yine sordum, yine söylemedi. Üç aydır sürekli derse geç kalıyor!”
“Ne üç ayı Saliha Hanım? Siz bu öğrenciyi başkasıyla karıştırıyorsunuz galiba! Bu öğrencimiz okulumuza bugün nakil geldi.”
“Bugün mü?”
“Evet, bugün.”
Sınıfta homurtular başlamıştı.
Öğrenciler:
“Söyleyecektik biz size öğretmenim ama korkumuzdan söyleyemedik!”
Osman Bey devam etti:
“Ayrıca size yanıt da veremez.”
Saliha Öğretmen:
“Nedenmiş o? Neden yanıt veremiyormuş?”
“Daha fazlasını öğrenmek istiyorsanız, dışarı gelin lütfen.”
Saliha Öğretmen, müdür yardımcısını paytak yürüyüşüyle kapıya dek izledi.
“Bakın Saliha Hocam, bu çocuk; devlet eliyle okutulan, okulumuza yetimhaneden bugün gelen ve yetimhanede de kendinden büyük çocuklarca korkutularak konuşma yeteneğini yitirmiş bir çocuk!
Size yanıt vermemiş değil Saliha Hanım… Verememiş.
Verememiş…”
Saliha Öğretmen donup kaldı.
Yetimhanede kendinden yaşça büyük kızların onu korkutarak zorla bakıcının önüne attıkları o güne gitti.
Ne çok unutmak istemişti o anıları, ne çok kaçmıştı onlardan; ama işte yine gelip karşısında durmuş, yaşamıyla yüzleştirmişti onu.
Yaşanmışlıklardan kaçılmazdı.



