“Ne demeli o zalim VİCDANA, durmadan karşıma çıkan o hayale ne demeli?”
Edgar Allan Poe
Bilinmezliğince güzel, sıcak bir Akdeniz koyunda, iskelenin bir kenarına oturmuş uzaklara bakıyorum. Bakarken içimdeki kanayan boşluğun birikmişliğini, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi hissediyorum. Bu boşlukta umut kanlı bir savaşı kaybetmiş de tamamen kaybolmuş gibi. Düşlerim artık bu umutsuzluğa direnemez hâlde.
Ufukta bir adam beliriyor. Adam da tıpkı onun gibi acımasız ama bir o kadar da merhametli görünüyor. Başını bana çeviriyor. O zaman yüzünün tüm çehresi aydınlanıyor. Gözlerini görüyorum. Adamın acımasızlığı ona benzeyen, kahveye çalan, keskin, korkunç gözlerinden; merhametiyse ayakucundaki kediye gösterdiği şefkatinden anlaşılıyor. Adamla aramızdaki mesafe dağları aşıyor ama ona ulaşmak o kadar da zor değil. Zor olan aklımdan geçenler. Düşüncelerim dik ve ıslak bir kayalığa zor bela tırmanır gibi, ağır ağır ilerliyor. Karşımdaki adam öylesine yakın ki bana, sanki bu o. Belki de bu ne o ne de başka biri. Bu tuhaflık olsa olsa zihnimin bana kurduğu, alçakça bir tuzak olmalı. Dalgalar birer birer üzerime serildikçe adam bana daha da yaklaşıyor sanki. Aksine uzaklaşıyor muydu yoksa? Göğün öteki yüzü aydınlıkla karanlığı bir araya getiriyor, var olanla yok olanın eşiğinde yeni bir bütünlük yaratıyor gibiydi. Bense parça parça bu gerçekliğin dokusuna eşlik ediyordum.
Yorgundum. Bu olanları anlamlandıramayacak kadar bitkindim. Omuzlarım sanki kilolarca ağırlığın altındaydı; gözlerimde umudumdan geriye kalan silik hatıralar, ruhumda çaresizce tamamlanmayı bekleyen boşluklar vardı. Her adımımda biraz daha kendi ağırlığıma gömülüyordum. Ben gerçekten bir yolda mı yürüyordum, yoksa zihnimin içinde mi debelenip duruyordum. Yürümeye devam ettim. Tam bir kavşağa geldiğimde, önümde iki yol belirdi. Sağ tarafa yeltendiğimde, içimdeki ses bana bu yolun sonunda onunla karşılaşacağımı söylerken; diğeri de bunun bir öneminin olmadığını, asıl önemli olanın bu kargaşa olduğunu söylüyordu. Benim için önemli olan neydi peki? Bu yollar mıydı, yoksa yolun sonunda beni bekleyenler mi? Bir karar vermek zorundaydım. Gerçekten bir karar vermek zorunda mıydım, yoksa bu düşü burada bırakıp gitmeli miydim? Gözlerimi açtığımda baharın taze yapraklarından sızan ışıklar üzerime düşüyordu. Kamaşan gözlerimi bastırarak derin bir nefes aldım. Demek ki bu yolculuk sahiden bir rüyaydı. Ciğerlerimdeki soğuk hava, şişip gerilen damarlarımı sızlatıyordu ama yine de bu sancının verdiği acı, aldığım nefesin huzurunu köreltemiyordu. İçimde adını tam koyamadığım bir his yeniden canlanmış gibiydi. Bu hissi güneşin sımsıcak doğuşunda, söğüt ağaçlarının usulca süzülüşünde, küçücük hayallerimde, ince ince filizlenen masumiyetimde hissettim. Ayağa kalktım, pencereye yürüdüm. Perdeleri açıp gökyüzüne baktım. Başımı uzaktaki tren raylarına çevirince karşımda bavuluyla bekleyen bir adam gördüm. Gözlerim onunkilerle buluştuğunda her şey başa döndü. Zihnim beni yuttu. İçimde sonsuz senaryoların sahteliği, silik hatıraların gerçekliğiyle yüzleşti. Her yüzleşme ölüme inat yeniden diriliyordu. Sanki yıkıcı, büyük bir depreme yakalanmıştım. Yeryüzündeki sayısız yıkıntıların arasında gezinip duruyordum. Sonundaysa bu yıkıntıların altında, acı çekerek ölmek vardı. Bu felaketi kabullenip gözlerimi kapattığımda, her yanımı saran boğucu toz yığınlarının, kırık dökük kalıntıların altında buldum kendimi. Her şey sona ermiş gibi görünüyordu fakat bu felaketten geriye, yanımda sadece o kalmıştı; sahiden kavuşmak mümkün olmuş muydu, yoksa artık ikimiz de nefes almıyor muyduk?



