Omzuna değen en küçük dokunuş bile bir tehlikenin habercisiymişçesine bütün bedenini alarma geçirirdi. Elleri titrer, ter içinde kalır ve kalbi göğsünden fırlayacak gibi olurdu. Yabancı bir elin dokunuşu onun için bir sınır ihlaliydi. Kendi bedeni üzerindeki hâkimiyetini kaybetme korkusu, onu hayattan geri çekilmesine neden olmuştu. Bu yüzden kendini koruyabilmenin tek yolunun insanlardan uzak durmak olduğuna inanıyordu.
Gündüzleri dışarı çıkmaz, kalın perdelerle kapatılmış pencerelerinin ardında sessizliğe gömülürdü. Güneşin ışığı ona yabancı gelir, içindeki huzursuzluğu artırırdı. Sadece geceleri, sokaklar karanlık ve sessiz olduğunda cesaretini toplar, yavaş adımlarla yürürdü. Bu karanlık sokaklarda kimsenin dokunamayacağını bilmek, ona nefes aldırıyordu. Ancak her şeye rağmen ara ara arkasına dönüp dururdu. Her köşe başında, ansızın bir elin uzanıp tenine değeceği korkusunu taşıyordu içinde.
Salondaki koltuğun sırtı hep duvara dönüktü; kapıyı gözünün önünde tutma, sırtını koruma ihtiyacının somutlaşmış hâliydi. Ancak o koltuğa oturduğunda dahi çoğu kez rahatlayamazdı. Yaşadığı korku ve endişe onu içine hapsetmişti. Nerede olursa olsun, zihninin içinde hep aynı tedirginlik yankılanıyordu. Bedenini saran bu görünmez zincirler onu adım adım yaşamaktan uzaklaştırmış, bir ölüye dönüştürmüştü. Gittikçe daralan bir çemberin içinde yaşıyordu ve o da biliyordu ki bu çember onun felaketiydi; üstelik kurtulmak mümkün değildi. Bu yüzden kendini boşluğa bırakmıştı. Kimseyle konuşmuyor, arkadaşlarının davetlerini reddediyor, telefonuna gelen aramalara bile cevap veremiyordu. Başını önüne eğerek saatlerce kıpırdamadan karanlık bir odada oturuyordu. Gözleri hep aynı noktaya takılıyordu; duvardaki kanlı aynaya.
Aynaya bakmayı çoktan bırakmıştı. Orada gördüğü yüz ona ait değildi. Gözlerindeki boşluk ve alnındaki yara… İşte bu yaradan iğreniyordu. Bu yüzden sık sık saçlarıyla kapatmaya çalışıyordu. Evde yalnız olduğu durumlarda bile… İçinde dolaşan düşünceler bir türlü susmuyor, her biri diğerine çarpa çarpa büyüyordu. En sonunda bu düşünceler onu köşeye sıkıştırıyor ve ona ölmeyi dilettiriyordu.
Gündüzler acı içinde kıvranmakla geçerken geceleri yatağa girdiğinde uykuya teslim olamıyordu. Perdelerin arasından sızan en ufak ışık, zihninde yabancı bir elin yaklaşması gibi ürperti yaratıyordu. Saatlerce dönüp duruyor, sonunda yataktan çıkıp koltuğun köşesine sığınıyordu.
Sırtını koltuğa yaslayıp kapıya kilitlenmiş gözlerle beklerken tek yaptığı şey zihninin koridorlarında volta atmaktı. Ancak orada biri vardı ki sürekli ona çarpıyordu. Bu koridorlar yalnızca kendisine ait değildi. Görünmeyen ve nefesini ensesinde hissettiği bir yabancı ile paylaşıyordu orayı. Peki kimdi o?..
Belki de bir zamanlar çok sevdiği şimdi ise ona korku ve acı veren biriydi. Ve bu kişiyle her çarpıştıklarında göğsü daralıyor, bedenini saran titreme kontrol edilemez hâle geliyordu. Ondan kaçmak için koşarken koridorun sonunda bir anda karşısında beliriveriyordu. Bakışları soğuk ve acımasızdı. O bakışlarda sevgi değil, yalnızca güç ve hırs vardı. Ellerinde ise bir oyuncak vardı. Çocukken beraber oynadıkları o oyuncak şimdi soyulmuş bir şekilde kanlar içindeydi. O, dar koridorda öfkeyle onun üzerine doğru yürümeye başlayınca korkunun tüm bedeni sardığını hissederek geri adım attı, ardından ani bir hareketle kaçmaya başladı. Kalbi göğsünden fırlayacak gibi çarpıyor, nefesi kesiliyordu.
Koridorun sonunda aniden bir merdiven beliriverdi. “Burası bir kaçış noktası olabilir,” diye düşünerek oraya doğru koştu. Merdivenin başına geldiğinde ayakkabısının topuğu kırılıverdi. Ayakkabılarını çıkarıp bir kenara attıktan sonra arkasına baktı. Onun hızlandığını görünce kendisi de korkuyla merdiven basamaklarını süratle çıkmaya başladı. Merdivenin son basamağı bir uçuruma dönüştüğünde, geriye dönmenin imkânsız olduğunu anladı. Kalbi neredeyse duracak gibiydi. Cesaretini toplayarak arkasına baktı, o sadece birkaç adım ötedeydi. Ona yakalanmaktansa kendini uçurumdan atmayı tercih etti.
Uçurumdan aşağı düşerken bir anda etraf değişti. Taşlar ve merdivenler kayboldu, yerini dev bir kütüphane aldı. Kitap rafları göğe kadar uzanıyor, her raf bir hortum gibi etrafında dönüyordu. Kütüphanenin ortasında kocaman bir kaktüs yükseliyordu. Az önce yaşadığı panik, yerini belirsizliğin verdiği tedirginliğe bıraktı. Arkasına baktı ve onun orada olmadığını görünce derin bir nefes alarak kaktüse doğru yürüdü. Daha önce hiç bu kadar büyük bir kaktüs görmemiş olmanın verdiği merakla kaktüse dokunduğu an kendisini salondaki koltuğunda buldu. Battaniyesi üzerindeydi, başı yastığa gömülmüş, hâlâ kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Bir an neye uğradığını anlayamadı; gözleri odanın karanlık köşelerine takıldı, perdelerin arasından sızan ışık hâlâ ürkütücü görünüyordu. Rüyanın ve gerçeğin sınırları bulanıktı. Zihni hâlâ uçurumda, kütüphanede ve dev kaktüsün yanında dolaşıyordu sanki.
Titreyen bacaklarıyla koltuktan kalktı ve mutfağa gitti. Mutfağın sol köşesinde bulunan çekmeceden bir bıçak alarak banyoya yöneldi. Kapıyı üzerine kilitleyip üzerindekileri çıkardıktan sonra suyu açarak küvete oturdu. Başını dizlerine gömdü. Titreyen vücudu yavaş yavaş suyun ağırlığıyla gevşemeye başladı. Bedenindeki titreme azaldı ve nefesi derinleşti. İçinde hâlâ korku ve tedirginlik vardı ancak artık gücü kalmamıştı. Yorgundu ve teslim olmak istiyordu. Ayaklarını uzattı, sırtını küvetin soğuk seramiklerine yasladı. Son kez derin bir nefes aldı ve gözlerini kapatarak kanlı suyun içinde son uykusuna daldı…



