Yalnızlık, çoğu zaman korkulması öğretilmiş bir kelime. Özellikle kadınlar için. Çünkü kadınların yalnız olması, kimi zaman korunmasızlıkla, kimi zaman eksiklikle, çoğu zaman ise ‘gariplikle’ eş tutulmuştur. Oysa yalnızlık, gürültüden sıyrılan bir alan değil midir? Kendi sesini duyabildiğin o sessizlikte bir şey büyür. Kadın değişir. Kadın dönüşür. Ve bazen, tam da yalnızken olur bu.
Yalnızlığın kadın üzerindeki dönüştürücü gücü yadsınamaz. Yalnızken gelişen yaratıcılığı ve özgürlükle kurulan içsel ilişkiyi bizzat yaşamış biri olarak aktaracağım size. Yalnızlığın, sandığımızdan çok daha derin, yaratıcı ve hatta özgürleştirici olabileceğini birlikte keşfedeceğiz.
2023’ün kasım ayında Karadeniz’in kıyısında yer alan Giresun’a taşındım. İşten ayrılmış, bütün sevdiklerimi ardımda bırakmıştım. İlk günler yerleşme telaşıyla geçse de hayat tek düze bir hâl almıştı. Bir gün “Ne yapabilirim?”diye düşünürken karşıma ‘Yaratıcı Yazarlık Okulu’ reklamı çıktı.
Yazmak, o dönemde beni yalnızlıktan kurtaran bir liman oldu. Eşim tüm gün işteydi.Ben de hem eğitime başladım hem de yazmaya.
Önceleri yazabilir miyim, yapabilir miyim, emin değildim. Nasıl yazılacağını bilmiyordum. Kurgularım oldukça basitti, üreticiliğim sınırlıydı. Zamanla gelişti, derinleşti. Her cümleyle birlikte ben de dönüşmeye başladım.
Kadının yalnızlığı, çoğu kültürde ya acı ya da tehlike olarak anlatılır. Evli değilse eksiktir, boşandıysa başarısız, yaşlanmışsa artık görünmez, işsizse bomboş. Ancak tüm bu dışsal anlam yüklemelerinin ötesinde, kadın tek başına kaldığında, kimsenin bakışına muhtaç olmayan bir varoluş geliştirir. Bu, dönüşümün başladığı andır.
Kadın yalnız kaldığında ilk olarak ‘kimliğini’ sorgular. Annenin kızı, eşin karısı, bir işyerinin çalışanı değil de sadece kendisi olduğunda, bazı alışkanlıklarını yeniden tanımlamaya başlar. Onay alma ihtiyacı, açıklama yapma zorunluluğu, ‘uygun davranma’ kaygısı bir bir silinir. Kadın, kendi ritmini keşfeder. Belki sabahları kahvesini daha yavaş içer, belki kahvaltıyı daha geçe erteler, aynaya baktığında ilk kez sadece kendi gözlerini görür. Bu küçük değişimler, büyük bir içsel uyanışın ilk işaretleridir.
Psikoloji yazınında buna ‘yeniden özneleşme’ denir. Kendi yaşamının öznesi olmak. Ben de Giresun’da tüm sorumluluklarımdan azade kendi benliğimi yeniden keşfettim. Başkalarının çizdiği sınırlar dışında, kendi çemberimi belirlemek, baştan başlamakla eşdeğer bir keyifti. Çünkü yalnız kalan kadın, önce o sessizliğin içinde kendini duyar. Sonra tonunu bulur. Ardından, kendi hikâyesini yazmaya başlar. Ben de öyle yaptım.
Yalnızken daha yaratıcı olduğumu epey sonra fark ettim. Yaratıcılığın kaynağı sadece dış uyaranlar değildi, içsel boşluklar da eşit önemdeydi. İşte yalnızlık, tam da bu içsel boşlukları açtı bana. Gürültüden, rollerden, görevlerden arındırılmış zihnim; kendi iç sesimle baş başa kaldı.
Virginia Woolf, ‘Kendine Ait Bir Oda’da bir kadının yazabilmesi için önce fiziksel ve zihinsel yalnızlığa ihtiyacı olduğunu söyler. Sessiz bir oda, kimsenin bölmediği zamanlar, dış taleplerden bertaraf bir dünya… Kadınların yüzyıllarca üretimden dışlanmasının bir nedeni de bu yalnız kalabilme hakkının ellerinden alınması değil midir?
Yalnızlık, zihinsel kıvrımlarımı tanımama alan açtı. Yazmak, çizmek, üretmek, hayal kurmak… Bunlar hep tek başıma geçirdiğim zamanlarda filizlendi. Çünkü o anlarda ‘mükemmel olma’ zorunluluğum yoktu. Yazdıklarıma sadece kendim şahittim. Paylaşmazsam kimse göremezdi. Kimseye göstermek zorunda da değildim. Karşımdaki beyaz kâğıda yazacaklarımda tamamen özgürdüm. Kendim için yaptım, kendim için yazdım. Ve tam da bu özgürlük alanı, yaratıcılığımı besledi.
Ancak yalnızlık, seçilmiş bir yalnızlık olmalı. Zorla yalnızlaştırılmış birinin yaratıcı olmasını beklemek, yaralı bir ruhtan dans etmesini istemeye benzer. Bu yüzden, yalnızlığın üretkenliğe ve dönüşüme iyi bir zemin olabilmesi için önce güvenli, özgür bir alan gerekir.
Yalnızlıkla özgürlük, birbirinin eşanlamlısı değildir. Ama doğru bağlantı kurulduğunda birbirini beslerler. Kadının yalnızlığı eğer kendi kararıysa ve bu yalnızlıkta suçluluk ya da eksiklik duygusuyla gölgelenmiyorsa, özgürlükle kol kola yürür. Aksi hâlde, yalnızlık sadece bir duvara dönüşebilir.
Kimi kadınlar yalnızken büyür. İçine kapanmaz, aksine kendine döner. Ben de öyle yaptım.
Kimseye hesap vermeden uyanabildiğim sabahlarda, kararlarımı sadece kendi kalbimle aldığım günlerde, kendimle barıştım o uzun yürüyüşlerde. Yalnızlık, özgürlüğün aynası olabilir. Ama yalnızlığı özgürlüğe dönüştürmek için önce o sessizliği sevebilmek gerekir.
Yalnızlık korkulacak bir durum değil, aksine yeniden inşa edilebilecek bir evdir. Kadın, yalnız kaldığında yıkılmaz; eğer isterse, yeniden var olur. Kendi başına çay demleyen, yürüyeceği yolu kendi seçen, pencereden tek başına bakıp hayata gülümseyen kadın, eksik değil tamamdır. Bireydir. Dönüşümdedir.
Belki de bu yüzden yalnızlık hâlâ bu kadar tehdit edici bulunuyor. Çünkü tek başına ayakta durabilen kadın, kendi hikâyesini yazmaya başlar. Ve bu hikâyede artık onu kurtaran bir prense ihtiyaç yoktur. Ya da maddi güç için noktadan daha fazla kıymeti olmadığı bir işe… Artık o, kendi hikâyesinin kahramanıdır. Başroldür.
Yalnızlık, bir kaçış değil, bir buluşmadır.. Kendinle. İç sesinle. Ve belki de en nihayetinde dünyayla kuracağın daha sahici bir bağla.
Ben hayaller kurarak, onları yazarak hayatla sahici bir bağ kurdum. Hiç pişman değilim. Yine olsa, yine yalnız kalsam yine yazarım.