Cumartesi, Ağustos 16, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Son Beşikten Disney Prenseslerine

Orta Çağ döneminde, hali vakti yerinde aileler arasında kız çocuklardan birini kiliseye adak olarak verme adeti vardı. Ailelerin amacı kızların iyi eğitim görmesinden çok, evlilik yoluyla yapmaları gereken masrafları azaltmak ve ailenin servetini erkek çocuklara saklayıp, kız çocuklarının evliliği aracılığıyla mal, mülk ve toprakların bölünmesini engellemekti. Amaç bu da olsa, Orta Çağ’ın bir döneminde kiliseye adak olarak verilen kız sayısının artmasından dolayı, ileri gelen din önderleri arasında kadınların sayısı hatırı sayılır derecede artmış durumdaydı.

Sessizce kilisenin katı kurallarına uymaları ve fazla göz önünde bulunmamaları beklentisiyle, adeta zekât gibi kiliseye sunulan bu kadınlardan bazıları, boyun eğmenin ötesine geçerek iz bıraktılar. Dişi güç, çoğunluğu erkeklerce belirlenen kuralların hâkim olduğu manastır yaşamında bile, sorgulamanın, yaratmanın, müziğin ve felsefenin yollarını buldu.

Bu kadınlardan biri, 1098 yılında Almanya’da doğan Hildegard von Bingen’di. Ailesi onu henüz sekiz yaşındayken, “son beşik” yani onuncu ve en küçük çocuk olarak, gelecekteki masraflardan kurtulmak amacıyla kiliseye verdi. Ama bu sessiz teslimiyet, ileride kadın cinselliğinden söz etmeye cesaret edebilen, doğa ile ilahi olan arasındaki bağı müzikle ifade eden ve yüzyıllar sonrasını etkileyen bir kadının doğumuna zemin hazırlayacaktı.

Orta Çağ gibi şartları ve koşulları hayalimizin ötesinde zorlayıcı olan bir dönemde, Hildegard von Bingen kadın orgazmının anatomik özellikleri üzerine kafa yorarak bu konuda yazılar yazdı. Geçirdiği yoğun migren atakları sebebiyle gördüğü vizyonlar da ona mistik ve ezoterik bir hava vermişti. Adeta görünür ve görünmez olan iki dünya arasında sıkışıp kalarak, mahrum edildiği dişilik özelliklerini müzik ve ilahiler yoluyla ifade etmenin yolunu buldu. Aradan geçen neredeyse bin yıldan sonra bile hâlâ dinleyenler üzerinde büyük tesir bırakan besteleri, bastırılması ve yok sayılması beklenen dişi karakterinin zarifçe dışa vurumuydu.

Dişiliğin yasak olduğu bir alanda, katı bir Orta Çağ manastır yapısı içinde isyan edip savaşmak yerine, kırılgan ve hassas olsa da kurşun geçirmez olan dişi gücünü sanata ve felsefi düşünceye dönüştürdü. Evlenip çocuklar doğurmadı ama yaratma gücünden bir an olsun vazgeçmedi. Kadın cinselliğinden belki tarihte ilk kez bahseden kadın olması, üstelik bir rahibe olarak bunu yapabilme cesaretiyse Hildegard von Bingen’i gerçek bir devrimci kıldı. Ruhani eğilimleri ve ezoterik vizyonları onun bilimden ayrılmasına sebep olmadı. Aksine, araştırmalarını bilimsel temele dayandırmak istedi ve felsefe, botanik, tıp, dilbilim ve teoloji gibi alanlarda eserler yazdı.

Hildegard’ın yetiştiği manastır hayatından çok önceleri kadın, bir Tanrıçaydı. Doğanın yaratıcı güçlerini Tanrılar ve Tanrıçalarla kişileştiren antik dünyada, dişil olan kutsaldı. Dişil güç, soğuk taş duvarlar arasında bastırılması gereken bir ayartma figürü değil; kutsal geyiğiyle dağlarda özgürce dolaşan Artemis’in tapınaklarında; eşiklerin, karar anlarının, yeraltı ve yerüstünün koruyucusu Hekate’nin adaklarında; bereketin ve doğurganlığın anası Kibele’nin sunaklarında; bilgelik ve akılla örülü Athena’nın hikâyelerinde; ve arzunun utanmadan dile geldiği Afrodit’in mitlerinde yaşıyordu.

Peki ne oldu da binlerce yıl sonra, bir kadının kadın orgazmından söz etmesi bile bir devrim sayıldı? Dişil olan ne zaman ve nasıl bu kadar tehlikeli, ayıp, görülmez hâle geldi?

Bunu anlayabilmek için başka bir kadının yardımına ihtiyacım var: Meryem Ana. Hristiyan inancında en kutsal kadın, hatta Kur’an’da adı geçen tek kadın olan Meryem’in kutsallığı anne olmasından gelir. Müzik, felsefe, sanat, tıp, botanik, dilbilim ya da herhangi bir pozitif bilim alanında katkı sunmuş olması gerekmez. Meryem annedir — ve bu yeterlidir. Hatta daha da dikkat çekici olan, onun hem anne hem de bakire olmasıdır.

Artemis, Hera, Afrodit, Persehpone, Demeter, Hekate, Nika, Hestia gibi çok farklı yönleri temsil eden tanrıçalarla kıyaslandığında, Meryem yalnızca bakire bir annedir. “Anne olman bile yetmez, bakire de olmalısın” diyen erkek egemen anlayış üzerine elbette Oidipus mitiyle başlayan pek çok araştırma yapılmıştır. Ama benim şu an ilgilendiğim bu değil.

Meryem’in doğumundan, anne oluşundan yaklaşık bin yıl sonra, onun temsil ettiği inanç adına kurulan manastır duvarları içinde yaşayan Hildegard, müzik ve sanat aracılığıyla da olsa kadının cinsellikten, kadın olmaktan vazgeçmediğini gösterdi. Orgazm yasaklanmıştı — öyleyse dişiliğinin doğal bir parçasını tamamen yok saymak yerine, buna bilimsel ve tıbbi bir olgu olarak yaklaşacaktı. Kadının görünür olması yasaklanmıştı — öyleyse yaptığı inanılmaz bestelerle bin yıl sonra bile görünür olacaktı.

Ailesine yük olmasın diye daha sekiz yaşındayken kiliseye “hediye edilen” Hildegard, kadının yalnızca anne ve bakire olmaya hapsedilemeyeceğinin canlı kanıtlarından biri oldu. Şifacı tarafıyla, dişi gücün aldığı yarayı onarmaya çalışan büyük kadın figürler arasında tarihteki yerini aldı.

Disney animasyonlarını izler misiniz? Dikkat ettiyseniz artık kahramanlar hep genç kızlar. Elsa, Anna, Moana, Merida, Ariel, Tiana… Maceralara korkusuzca atılan o gözü pek karakterler artık yalnızca erkekler değil. Artık kız çocukları eski hikâyelerdeki Uyuyan Güzel ya da Pamuk Prenses gibi edilgen karakterlerle değil, Elsa gibi güçlü, kararlı ve yalnızlığı göze alabilen figürlerle özdeşleşiyor.

Demek ki, Hildegard gibi güçlü kadınların başlattığı görünmez ama etkili hareketin dalgaları günümüze ulaşmaya devam ediyor. Kadınlar dişi gücün yaralarını sardıkça, dişi ve eril arasındaki dengenin kurulması da daha kolay olacak. Doğada tüm güçlere eşit olarak yer var. Hildegard da, Artemis de, Hekate de, Elsa da, Merida da bize aynı şeyi anlatıyor: Dişil ya da eril, doğanın güçleri bastırılarak ya da yok sayılarak susturulamaz. Form değiştirir. Hikâyelerle, müzikle, masallarla, şiirle, sezgilerle, bilimsel arayışlarla bize geri döner. Eril ve dişil dengesi dengede ve uyumla aktığında da Hildegard’ın şiirinde tarif ettiği o muhteşem ruh haline ulaşmak mümkün olabilir: 

“Ben ilahi özün ateşli yaşamıyım; tarlalardaki güzelliğin üstündeki alevim; sularda parlıyorum; güneşte, ayda ve yıldızlarda yanıyorum. Ve havadaki rüzgârla, görünmeyen, her şeyi ayakta tutan bir yaşamla her şeye canlılık kazandırıyorum.”

Şevin Aksoy
Şevin Aksoy
İstanbul Üniversitesi İspanyol Dili ve Edebiyatı mezunu. Uzun yıllar İspanyolca ve Portekizce dillerinde turist rehberliği yaptı. Roman, felsefe, araştırma ve çocuk edebiyatı alanlarında çeviriler yapıyor, yazılı metinlerle farklı yaş gruplarına sesleniyor. Yayınlanan çevirilerinin yanı sıra doğa, mitler ve kadın hikâyeleri üzerine yazılar yazıyor. Annelik, kadınlık ve dönüşüm temaları yazılarında sıkça yer buluyor. Yazmakla hem kendine hem başkalarına biraz daha yaklaşabildiğine inanıyor.

POPÜLER YAZILAR