Çarşamba, Mayıs 21, 2025
spot_img

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Bir Milletin Annesi

Vakit, gece yarısını geçse de sabahın ilk ışıkları için erken saatlerdi. Takvimler 1923’ün Ocak ayını gösteriyordu. Paşa, kan ter içinde uyandı. Ali Çavuş, koştu bu vakitsiz uyanışa.

“Bir rüya gördüm Ali Çavuş. Pek hayra çıkacağını sanmam. Yemyeşil bir kırdayız. Anam da yanımda. Birden sel geldi, sular aldı, götürdü anacığımı.”

Ali Çavuş şaşkındı. Paşa, o günlerde Cumhuriyet’i kurma yolunda emin adımlarla ilerliyordu. Lozan Konferansı için hummalı bir çalışma içindeydi. Harp, cephede kazanılmış olsa da masada çok oyun dönecekti. Vatandan, kazanmaktan gayrı düşündüğü bir şey yoktu.

Zübeyde Hanım İzmir’de, Uşşakizadeler köşkünde, şeker hastalığıyla mücadele ediyordu. Yıllardır yakasını bırakmayan bu illet, yaşı yetmişe dayanmış, gönlü çok daha yaşlı bu kadını yıpratmıştı. Oğlunun izdivacına şahit olmadan, nicedir tek emeli olan torunlarını sevemeden bu dünyadan göçmek istemeyen Zübeyde Hanım, oğlunun vatan aşkına düştüğüne, göğsünde kurtuluş arzusundan daha kuvvetli bir yangın olmayacağına kanaat getirmişti. Gücü tükenmişti.

Ali Çavuş, evvelce Paşa’nın millet derdinden sıyrılıp böylesine vahamete düştüğünü hiç görmemişti.

“Allah hayırlara çıkarsın Paşam.”

“Rüya beni endişelendirdi, çocuk. Tez yaverlere söyle, İzmir’e telgraf çekip annemin sağlık durumunu sorsunlar.”

Ali Çavuş, yaverlerin yanına koştu. Bir gitti ki ne görsün? Yaverlerin tavırları tuhaf, herkeste derin bir sessizlik, bir de gözlerinde keder.

İzmir’de bulunan Salih Bozok’tan gelmişti elim haber.

 “Zübeyde Hanım Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.”

Ali Çavuş elleri titreyerek uzandı telgrafın deşifresine. Koştu Paşa’sına ancak nasıl verecekti haberi? Yine de tıkladı kapıyı, içeriden “Gel çocuk,” cevabını almasıyla, başı önde girdi Mustafa Kemal Paşa’nın odasına.

Paşa odasında rüyasının etkisiyle huzursuz, sardığı tütünlerin birini yakıp birini söndürdüğü içerinin dumanından belli.

“Başınız sağ olsun Paşam,” diye uzattı telgrafı, kara haber tez elden misali.

Mustafa Kemal acı içinde yatağının ucuna çöktü. Dünya bir anda sessizleşti. Hiçbir şey söylemedi. Sadece başını önüne eğdi. Maviye çalan gözleri buğulandı. Tıpkı annesininkiler gibiydi gözleri.

                                                                       ***

Yine bir Ocak ayıydı, Zübeyde’nin sancıları başladı. Yıl, o yıl, 1881. Bir evladını, ilk çocuğu Fatma’yı kuşpalazından kaybetmişti. İki oğlu daha vardı. Ömer ve Ahmet. Ancak doğmakta olan yavru sanki başkaydı. İçine doğuyordu daha yüzünü görmeden. Sarı saçlı, mavi gözlü olacaktı bu evladı, tıpkı onun gibi. Hem yüreğindeki evlat acısına derman arayan hem de geride kalan evlatları için içi korkularla titreyen yirmi dört yaşındaki Zübeyde, sağlıklı bir bebek dünyaya getirdi. İçine doğanlar doğru çıktı. Yavrunun saçları güneş, gözleri deniz. Bebeği uyurken yüzüne bakmaktan sakınırdı. Nazarlar uğramasın isterdi, öyle güzeldi ki…

Çok geçmeden önce Ömer’i sonra Ahmet’i de kuşpalazından kaybetti. Yüreğinde bin bir keder. Elinde kalan son yavrusu Mustafa. Endişe her bir zerresinde. En büyük korkusuydu.

“Ya Mustafa’ma da bir şey olursa?”

Bu onun, oğlu için duyduğu ilk endişeydi ancak son değildi. Büyük Atatürk’ün annesi olmak hiç kolay olmayacaktı.

                                                                                   ***

Paşa, validesinin ölüm haberinden sonra, “Ezelden beridir bir ananın oğluydum, şimdi annemi kaybettim. Artık sadece bu vatanın evladıyım,” diye düşündü. Odasında yalnız kalmak istediğini söyledi. Ali Çavuş saygıyla eğilerek, paşasının hüznünü kalbinde hissederek yanından ayrıldı.

Kapı kapandığında Mustafa Kemal ayağa kalktı. Karyolasının demirlerine tutunarak güç alıyordu. Kapıya doğru ilerledi, sırtını duvara yasladı ve yavaşça yere çöktü. Zihninde annesine dair anılarla gözlerini kapattı.

Çocukken, dizlerinin kanadığı günlerde Zübeyde Hanım’ın yaralarına merhemler sürüşünü anımsadı, ateşli yattığı gecelerde, endişeyle alnına dokunan sıcak avuçları hatırladı. Artık yüreğinin tam ortasında kapanmaz bir yara açılmıştı. Dışarıda vatan ondan vazife bekliyordu. Milletinin ona ihtiyacı vardı. Gözyaşlarını içine akıtarak ayağa kalktı. Dayan Mustafa, dedi kendi kendine. Dayan.

O günlerde İzmir çok uzaktı. Eskişehir’de, Bursa’da, Balıkesir’de yapılacak işler vardı. Zafer kazanılmıştı ama ülkenin yaraları hâlâ kanamaktaydı. Ne yazık ki annesinin cenazesine gidemeyecekti. Başyaveri Salih Bozok’a bir telgraf yazdı.

“Aldığım elim haber beni çok müteessir etti. Merhumenin münasip bir şekilde cenaze törenini ifa ettiriniz. Cenabı Hak, milletimize hayat ve selamet versin.”

Cenaze töreni usulüne uygun şekilde gerçekleşti. Bütün İzmir Ata’nın annesini gözyaşlarıyla uğurladı. Mezar törenin ardından bir çiçek bahçesini andırıyordu.

Mustafa Kemal, birbiri ardına toplantılara katıldı. Gece olup, vatan vazifesi bittiğinde, annesiyle olan hatıralarına dalıyordu. O, gündüzleri bir milleti kurtaran Mustafa Kemal olsa da akşam olunca sadece Mustafa oluyordu. Annesinin saçları güneş, gözleri deniz Mustafa’sı.

                                                                       ***

27 Ocak sabahı, İzmir’e vardığında yağmur hafifçe yağıyordu, gökyüzü ağlıyordu. Ağır adımlarla ilerliyordu. Yanında Mareşal Fevzi Çakmak ve Kâzım Karabekir Paşa vardı fakat Mustafa Kemal sanki tek başınaydı. O gün, dünyasında sadece bir isim vardı: Validesi Zübeyde.

Mezarın başında durdu. Başını öne eğdi. Dizlerinin bağı çözüldü ama diz çökmedi. Önünde taze bir mezar vardı. Başucundaki tahtanın üzerine adını yazmışlardı: Zübeyde Hanım. Kabri de annesinin mütevazı yaşamına yakışır bir sadelik içindeydi. Gözlerini mezardan ayırmadan konuşmaya başladı. Sesi titriyordu ama kelimeleri sanki koca bir milletin yüreğinden dökülüyordu.

“Bu mezarın altında yatan, benim anamdır. Fakat o yalnız benim değil, bu milletin de annesidir. O, bütün hayatı boyunca milletinin acılarını kendi kalbinde hissetmiş, milletinin felaketleriyle elem çekmiştir.”

Bir an sustu. Parmaklarını cebindeki küçücük fotoğrafın üzerinde gezdirdi. Annesinin ona söylediği bir sözü hatırladı.

“Gözlerin bana, inadın babana çekmiş Mustafa’m…”

Sözlerine devam etti.

“Zavallı annem bütün millet için ülkü olan İzmir’in kutsal topraklarına bedenini vermiş bulunuyor. Arkadaşlar, ölüm, yaradılışın en doğal bir kanunudur. Burada yatan annem, eziyetin, zorlamanın bütün milleti felâket uçurumuna götüren bir keyfi idarenin kurbanı olmuştur. 1905 tarihinde mektepten henüz kurmay yüzbaşı olarak çıkmıştım. Hayata ilk adımı atıyordum. Fakat bu adımım hayata değil, zindana rastladı. Bir gün beni aldılar ve baskı idaresinin zindanlarına koydular. Orada aylarca kaldım.

Anadolu’ya geçtiğim zaman, annemi acılı bir halde İstanbul’da bırakmak zorunda kaldım. Validem, hakkımda verilmiş olan idam kararının yerine getirildiğini zannetmiş ve felce uğramış.

Bütün seneleri acı, üzüntü içinde geçirmişti. Annem üç buçuk sene bütün gece ve gündüzlerini göz yaşları içinde geçirdi. Bu nedenle gözlerini kaybetti.

Annemin kaybından şüphesiz çok üzüntülüyüm. Fakat beni avutan bir konu vardır ki, o da vatanı yok olmaya götüren idarenin artık geri gelmemek üzere yokluk mezarına gittiğini görmemdir.

Annem, bu toprağın altında, fakat millî hâkimiyet sonsuza dek devam etsin. Annemin ruhu üzerine vicdan yeminimi tekrar edeyim. Bu milletin kazandığı egemenliği korumak için, gerekirse bu mezarın yanına uzanmaktan bir an bile tereddüt etmeyeceğim. Ulusal egemenlik uğrunda canımı vermek benim namus ve vicdan borcumdur!”

Sözleri mezarlığın soğuk taşlarına çarparak yankılandı. İsyan mıydı yoksa sitem mi kimse düşünmedi. O anda 1923’ün Ocak havası birden değişti. Güneş bulutların arasından sıyrıldı, parladı. Yanında duran paşalar Mustafa Kemal’in şöyle mırıldandığını duydular.

“Validem, sana Selanik’i getiremedim ama İzmir şu anda Selanik oldu.”

Mustafa Kemal mezarın başında biraz daha durdu. Bir çocuk gibi, annesinin kokusunu hatırlamaya çalıştı. Keşke annelerin kokuları saklanabilseydi. Arkasını dönmeden, ıslak toprağa son bir bakış attı. Sonra ağır adımlarla yürüyerek uzaklaştı.

O günden sonra Atatürk, hiçbir zaferi, hiçbir kutlamayı, annesini anmadan geçmedi. Çünkü biliyordu, annesinin duasıydı onu buraya getiren. Bu toprağı vatan yapan, ona cesaret veren.

Zübeyde Hanım, sadece bir anne değildi. O, bir milletin analarının en kutsalıydı. Mustafa Kemal, her adımında, her sözünde, her zaferinde onun izini taşıdı. Onun gözleriyle baktı, onun sabrıyla sükût buldu ve direndi. Son anına kadar gözlerinde annesinin ışığıyla yürüdü. Çünkü bir evlat annesini son nefesine kadar yüreğinde saklar.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Damla Adam
Damla Adam
Başta İTÜ olmak üzere çeşitli üniversitelerde lisans ve yüksek lisans eğitimlerini tamamladı. Halen Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde öğrenci. Turizm, sağlık, pazarlama sektörlerinde çalıştı. Kolektif kitaplarda ve dergilerde yazıları yayımlandı. “Oyuncak Tabanca” isimli öyküsüyle Zehirli Kalem Öykü Yarışmasında üçüncü oldu. Yazarlık ve editörlük yapmaktadır.

POPÜLER YAZILAR