Hiç tadım yok. Özellikle son iki gündür iç sıkıntım arttı. Bütün bahçeyi, gittiği yerleri dolaştığım hâlde onu bulamadım. Herhalde bir kuytuda doğurdu. Şubat’ın ortasındayız. Her yer diz boyu kar. Ne çok yağdı bu kış. Sanki bu kar hiç kalkmayacak, kış hiç bitmeyecek gibi. Pencereden bakıyorum. Çam ağaçlarının üstünde yığılı beyaz örtü, ağaçları daha da heybetli gösteriyor. Bir adam çok güzel bir heykel yapıyor kardan. Sanatçı herhâlde.
Mutfak masasında boşanma anlaşmasının bir kopyası duruyor. İmzaladığımdan beri yüreğimi sıkan el gevşedi. Tek istediğim hayatımdan çıkıp gitmesiydi. Evden ayrıldığından beri her gün biraz daha rahatlıyorum. Ailesinin hediye ettiği her şeyi, bir çöp torbasına doldurup attım. Almadığı özel eşyalarını da. Hepsini bir çöp variline doldurup yakmak isterdim aslında. Hani filmlerde yaparlar ya. Onun gibi işte.
Televizyonu açtım. Bir tabağa peynir doğradım. Yanına dün kızarttığım patateslerden koydum soğuk soğuk. Gece açtığım beyaz şarabın kalanını da su bardağına doldurdum. İşte sabah kahvaltım. Oyalanmaya çalışıyorum. Şarap hemen bitiyor. Bu kesmez de şimdi gidip bir tane daha almak gerek.
Nerede bu kız? O hamile hâliyle gene nereye gitti? Benim onu bulmam lazım. Yoksa huzura eremeyeceğim. Hiç istemesem de yeşil çiçekli sabahlığımı üzerimden çıkarıp sokakta giyebileceğim bir kıyafet bakınıyorum. Hay aksi! Saçımı da taramalıyım. Büyük ihtimal düğüm olmuştur saçlarım. Günlerdir topuz yapıp idare ediyorum. İki gündür çıkmıyorum. Botlarımı ve kayıp düşmekten korktuğum için botlarımın altına taktığım kaydırmaz tabanları giyiyorum. Hızlıca merdivenlerden inerken yüreğim ağzımda atıyor. Birden bir telaşa kapıldım. Ya bir şey olduysa?
Daha önce de ortadan kaybolduğu olmuştu. Aralık ayındaydı. Birkaç haftanın ardından bir gün çıkıp gelmişti. Apartmanın bodrumunda bir yer ayarlamıştım. Her gün gelip mamasını yiyor, çok soğuk gecelerde bodruma iniyordu. Bir müddet sonra karnı büyümeye başladı. “Ah,” dedim, “tahmin ettiğim gibi, yavru yapmaya gitmiş. Kızım, kışın ortasında yapılır mı bu iş?” Cevabı çok netti, “Miavvv, mavv, miyyaaav.”
Gel zaman git zaman karnı kocaman oldu. O hâliyle karların içinde yuvarlanmaya bayılıyordu. Ben de onun peşinden bahçede koşturuyordum. Bazen de hemen içeri alıyordum. “Ne işin var dışarda gir bakim içeri,” diye. Bir sabah geldi, benim kapımın önünde sırtını duvara dayayıp bir insan gibi oturdu. Karnındaki yavrular hareket ediyorlardı. O da hareketlerini izliyordu. Karnını okşayıp sevdim, elimin altında kıpırdanan bebekleri hissediyordum. İkimiz de çok mutluyduk.
Bunları düşündükçe gözlerim doldu, keşke iki gün beklemeseydim, keşke onu o gün eve alsaydım diye kendime söylenmeye başladım. Bahçeye çıkar çıkmaz site güvenliğinin bulunduğu kulübeye gittim. İçeride elektrikli soba yanıyordu. Kahve fincanları boşalmıştı. Isıtıcıda su kaynıyordu.
“Merhaba. Buralarda gezinen hamile bir tekir kedi vardı, gördünüz mü onu?”
“O kedi doğurdu, garajdaki depoda duruyor.”
“Ya! Açık mı depo? Nasıl girebilirim?”
“Götüreyim sizi.”
Karlara bata çıka yürüdük. Çimlerde biriken kar dizlerime kadar yükselmişti. Garaja indik, deponun kapısını açtık. Halime adını verdiğim güzel kedim ve beş yavrusu bir kutunun içindeydi. Beni görünce heyecanlandı, çok açtı. “Nerede kaldın?” der gibiydi. Yavrular kupkuru ve tertemizdi ama Halime zor durumdaydı. “Ah yavrum, yoksa sen iki gündür burada, bu hâlde misin?”
“Siz bekleyin, ben taşıma kutusu alıp geleceğim,” diyerek fırladım. Tek düşündüğüm onları eve almaktı. Aksi düşünülemezdi bile.
Eve koşturarak yürüdüm. Sanki gecikirsem o kapı tekrar üzerlerine kapanacak ve hiç çıkamayacaklar, orada ölecekler gibi bir korkuya kapılmıştım. Karda koşmak ne zormuş. Geri döndüğümde önce yavruları, sonra Halime’yi kutuya koyarak eve çıkardım. Çalışma odama yerleştirdim. Kaloriferin dibine kocaman bir sepet koydum. Sepete şilte, havlu serdim. Yavrularıyla sepete girdi. Bol mama ve su getirdim. O suyu nasıl içti anlatamam, tekrar getirdim. Onu da içti. Yavrucağın içi yanmıştı. Mama verdim, tavuk, ciğer haşladım. Bir tabağa da yoğurt koydum. Şaşırdı. İnanamaz gözlerle bana bakıyordu. “Bitti artık,” dedim, “bütün sıkıntıların bitti.”
Halime o odada, evin sıcaklığı ve bitmeyen sevgisiyle yavrularını büyüttü. Onları hiç ayırmadan büyük bir şefkatle seviyor, sarıp sarmalıyordu. Uyurken bile emiyorlardı Halime’yi. Memeleri yara olmuş kanıyordu ama o emzirmeye devam ediyordu. Ben de doktora sorup aldığım bir merhem sürüyordum, iyileşsin diye. Yavrular büyüdükçe oyunlar oynamaya, tırmanmaya, avlanma egzersizleri yapmaya başladılar. O başlarında duruyor, gururlu bir anne edasıyla yavrularının her hareketini izliyordu. Biraz daha büyüdüklerinde onlara tuvaleti kullanmayı da öğretti, hemde gözlerimin önünde ve birkaç saat içinde. Düzgün yapamayan olursa yavaşça bir pati atıp, tekrar kum kabına sokuyordu. Benimse Halime’nin anneliğine olan hayranlığım ve sevgim her gün artıyordu.
Zamanla karlar eridi, bahar geldi. Bitmeyecek gibi duran kış bitti. Halime ve yavruları boşanma dönemimdeki sıkıntılı ve zor günlerimde bana neşe kaynağı oldular, dertlerimi içimden söküp attılar. Onun cesaretiyle cesaret, gücüyle güç buldum. Kendime geldim. Artık kalktıktan sonra giyiniyor, saçımı tarıyor, kendime bakıyordum. İş aramaya başladım ve hatta bir iş buldum. Bir kedinin bir insanın hayatını nasıl değiştirebileceğini gördüm.
Bu hikâyenin sonunda ne oldu derseniz.
Zamanı gelince yavrulara ev bulduk. Halime ve kapıma bırakıp gittiği önceki doğumundan olan oğlu Haydut benimle kaldı. Diğer kedilerim Kaşmir ve Minik ile huzur içinde yaşadılar. Hepsi yaşlanıp melek oluncaya kadar hayatımın en özel varlıkları oldular.