Cuma, Temmuz 18, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Kahvemi İçemedim Yine

Sabah saat yedi. Bizim evdeki kalk borusu ötüyor. Yok, öten Cicikuş. Ötmüyor, senfonik orkestra mübarek, yer gök inliyor. O bir yaşam tarzı. “Kalk artık,” diyor bana. Ben de o niyetteyim ama göğsümde mırlayan bir kedi, sağ ayağımda parmaklarıma saldırmaya çalışan bir diğeri… Kuş ilgi istiyor, kedilerden biri sevgi, aklı hep oyunda diğerinin. Neyse kurtuluyorum minik pençelerden, kanatlı aşkımın suyunu değiştirmem gerek. 

Henüz kimse farkında değil ama ben aslında çoktan mesaiye başladım. Günün ilk toplantısı kedilerle. Konu: Mamanın markası neden değişti? İkinci toplantı eşimle: Gömleğimi ütüledin mi? Üçüncü toplantı kuşla: Perdeler yine niye açık? Ben uyumazsam sizi de uyutmam!

Yol üzerinde mutfak var. Geçerken sabah kahveleri için su doldurup, su ısıtıcısını çalıştırmalıyım. Araya kısa bir el, yüz yıkama anı sıkıştırıyorum. Aman efendim, bu ne nimet?

Kuşun suyu taze, kedi mamaları yeterli, sonunda kahve zamanı. Kahve dediğime bakmayın. O da lafın gelişi. Ben en son ne zaman sıcakken içtim, anımsamıyorum. Belki 2019 falandı. Henüz pandeminin, hayatın ve halının üstündeki tüylerin beni yenmediği zamanlar.

Derken eşim uyanıyor. Her sabah günaydınlaşırız. Sonrasında gelir istekler. Kahve, çay, soğuk su kalmamış mı dolapta? Çöpü çıkarmayı da mı unutmuşum yoksa? Hafta sonuysa ne yiyeceğiz kahvaltıda? Ekmek mutlaka kızarmış olmalı. Çiğ sütten ev yapımı kaymak yanında. Sütün kalanı atılır mı? Onunla da yoğurt mayalamalı. Eylül’e domates konservesi hazırlamalı, Ekim’de lahana çıktı mı turşu faslı var, Kasım’da da doğum günüm ama kimin umrunda? Hiç kimsenin. Biz sabaha dönelim.

Saatin tik takları mütemadi deveranda. İşe hazırlanmak için son otuz iki dakika. Kahvemi içemedim yine. Ütü yaparken, elim değmişken, kendi giysilerimi bitirmişken hadi bir gömlek daha. Dışarıda hava otuz derece, terler birikti yüzümde, saçımdaki aklar kuaförüme emanet, doğal kalsa cıs, tek hedef fevkâladenin fevki. Presentable olmak şart, hem kurumsalda hem duygusalda.

Sonunda hazırım yeni güne, daha baştan yorgun olsam da kendi içimde bir yerlerde bir motivasyon kaynağı bulurum nasılsa. Memba var benim içimde. Neden? Çünkü kadınım ya ben.

Saat sekizde İstanbul trafiğiyle selamlaşma. Üçüncü kahveyi yanıma aldım termosla. 

İlkini döktüm. İkincisini unuttum. Üçüncüsüyle flörtleşiyorum. Niyetim ciddi.

8.25, ilk durağımız Üsküdar sonra Ümraniye. İçinden küfür etme, içinden küfür etme, içinden küfür etme… Derken, “Rota yeniden oluşturuluyor.” Köprüyü geçmeden, sağdan dönmeliydim. Ben karşının taksisiyim. Ömrümün hay aksisiyim. Telefondan navigasyon takip edebilsem böyle olmayacak ama sabitleyici kaybolmuş. Bana, kucağımdaki telefondan yolu takip edecek bir göz daha lazım çünkü diğer ikisi yola odaklanmakla meşgul. Bir de telefonumu gözümün önünde tutacak bir sabitleyici almam gerek. 

Ofis asansörüne mesai saatleri içinde varmak büyük zafer. Ama kahvemi içemedim yine. “Ben seni bir gün içeceğim. Belki emeklilikte.”

Ofisteyim. Toplantı 10.30’da ama 09.47’de mesaj geliyor.

“Müsaitsen şimdi alalım mı?”

Elbette, zaten zaman kavramımız kolektif bir ürünüdür. Sizin müsaitliğiniz benim müsaitliğimdir.

İşler bitmiyor. E-posta, toplantı, yüz yüze rica, kapıdan kafayı uzatıp, “Bi şey sorabilir miyim?” demeler…

Soruyorsun zaten. Sormadan önce sormaya başlıyorsun. Ben de yanıtlamadan önce yoruluyorum. Uyanmadan önce mesaiye başladığım gibi.

Toplantılarda sunumlar, not tutma trafiği, takip edilecek işleri unutmama telaşı. Kahvemi içemedim yine. Öğle arasında dışarı çıkıyorum. Kendime bir kahve alıyorum. Kasada çocuk bana bakıp gülümsüyor.

“Çok yorgun görünüyorsunuz.”

Haklı ama bunu yorgunlukla geçiştirmek ruh halime haksızlık olur. Benimkisi zaman travması. Yaşayamamışlığın kırık saati gibi.

Bankta oturup gözlerimi kapatmak istiyorum. Kahvem parmaklarımın arasında henüz sıcacık. 

Güneşi hissetmek, nefes almak, sadece kendime ait olmak. İki dakika yeter. Ama olmuyor.

Çünkü eşim mesaj atıyor. “Marketten ne istiyorsun?” Mutfak sadece benim ilgi alanım. Buzdolabı en yakın arkadaşım. Uzun bir liste hazırlıyorum oturduğum bankta. Listeyi ilettiğim mesaja yanıtı şöyle oluyor. “Kedilerin kumunu değiştirdin mi bu sabah?” Değiştirdim ama kendi ruhumun kumunu kim temizleyecek bilmiyorum. Bankta yanıma bir kadın oturmuş, fark etmemişim, kitap okuyor. Benim yanımda da kitap var ama okuyamıyorum. Okumak zaman ister. Benimse zamanım evde halının altına kaçmış.

Hayat bir çanta gibi. Herkes kendi yüküne göre taşıyor. Benim çantamda ne var biliyor musunuz? Islak mendil- kedilerin gözleri için-, unutulmuş bir ruj -hiçbir zaman kullanamadım-, sakinleşmem için alınmış ama açılmamış lavanta yağı, -bu en gereklisi- boş vakit işte ondan hiç kalmamış. Bu arada benim kahve yine buz. 

Zaman yoksulu olmak ama yoksul gibi görünmemek… Ruhunun çatlağını kimse anlamıyor. Çünkü rimelim sabit. Topuklularım ayağımda. Onlar yoksa bile babetler ya da spor ayakkabılar ama illaki marka. Marka demek prestij demek. Ki o da kurumsal hayatta elzem. Eksikliğini göstermesin yaradan. Zamanında öyle acemilikler yaptığım oldu. Ama öğrendim sonunda işin sırrını, öğrettiler. 

Ofiste her maili zamanında yanıtlanmalı. Satışlar, raporlar ve çok daha fazlası… Ama kahvemi içememişimdir yine. İşte orada saklanır gerçek eksiklik ve büyük acı.

Öğleden sonra müdür geliyor yanıma. “Sen zaman yönetimini çok iyi yapıyorsun,” diyor. Gülsem mi ağlasam mı?

“Teşekkür ederim,” diyorum ama cümle iç sesimle devam ediyor. “Bir tek kendi zamanımı yönetemiyorum. Öyle hızlı geçiyor ki, ne zaman baksam göremiyorum.”

Akşamı buluyorum, eve dönüş çilesi berbat. Arabanın klimasının gazı bitmiş. Keşke biri çıkıp doldursa. Pişiyorum İstanbul’un akşam güneşiyle karışık egzoz buharında. Kendimi eve bir saatte atarsam şanslıyım. Geçenlerde doksan dakikada gittim eve. Bir an yolla bütünleşmiş gibi hissettim kendimi. Hemzemin de diyebiliriz adıma.

Eve geliyorum. Kuş sesimi duyunca bağırıyor. Kediler kapıda bekliyor. Kendimi kraliçe gibi hissediyorum. Çok seviyorum haylazları. Onlar olmasa ne yapardım? Ama tahtım yerlerde. Süpürmedikçe kimsenin temizlemediği tüylerden yapılmış.

Eşim televizyonu açmış. Yüzünde “Yemekte ne var?” bakışı. Kafamdan geçenleri söylesem suç olur. Susuyorum. Buzdolabını açıyorum. Cevap orada da değil. Çamaşır makinesi durmuş. Islakları asmadan bulaşıkları dizmem gerek. Onlardan önce kedinin kumu değişmeli. Kumu değiştirmeden kuşun yemi de bitmiştir. Dur. Ben ne zaman bittim? Hatırlamıyorum.

Bazen gün içinde kendimi Süper Mario gibi hissediyorum. Engellere takılmadan, canavarlara meze olmadan; kâh atlayarak kâh yerimde sinip küçücük kalarak oyunun sonuna ulaşmak tek amacım. Kaleye hapsedilmiş prenses benim. Kendi kendimi kurtarmak için tüm çabam. Kendimi kurtarmak dediğim de ya bir fincan sıcak kahve ya da dört beş saat uyku.

Büyük beklentilere kapılmayalım lütfen.

Akşam yemeği hazırla, masayı topla, son bulaşıklar da kurumasın mutfakta, şimdi biraz meyve olsa, bir de çay mı konsa, se se se, sa sa sa, re re re, ra ra ra. Huni takmama ramak kala. Allahım sen bana sabır bağışla.

Gece oluyor. Herkes yatıyor. Kuş bile kafesinde sessiz. Ben kalıyorum. Sessizlikte kendimi bulmak istiyorum. Ama yorgunum. Göz kapaklarım bana ait değil. Benim sözümü dinlemiyorlar. Uykum bile bana baskı yapıyor. Ama ne olur artık bir kahve.

Benim kendime ait bir odam yok. Virginia Woolf bir oda önermişti. Ben odayı geçtim, sadece bir kahve molası istiyorum. Bir sandalye. Bir boşluk. Bir ben.

Hayal ediyorum. İzin günümde evde yatıyor olsam ya da öğle aramda sessiz kalsam? Açsam bir kişisel gelişim podcast’i, dinlesem veya polisiye bir sesli kitap…

Yok arkadaşım. Ben sadece “hiçbir şey yapmama”yı hayal ediyorum. Kutsal bir meditasyon bu: Gözlerim kapalı, kahve elimde, kediler tırmalamıyor, eşim bir şey sormuyor, kuş susmuş… Tabii bu tablo ancak öteki evrende yaşanabiliyor.

Üstümde yedi çocuklu anne yorgunluğu var. Evde her şey kendiliğinden olur sanılıyor. Kedi maması bitmez, çöp dolmaz, çamaşır yıkanır, kuş öter, perdeler açılır… Ama tüm bu kendiliğindenliklerin altında, bir beden mütemadiyen çalışır. Yani ben. Hayalet iş gücü müyüm neyim? 

Kadına yüklenen, “Ne de olsa onun işi, sorumluluğu; yapmalı,” yaklaşımı, kendisini unutturan o beklentiler ve en çok da kendi zamanına bile sahip çıkamamak, kontrolü kaybetmek; ne kadar yok edici, yıpratıcı, keşke bilebilseniz. Evet size söylüyorum, bu satırları okuyan erkekler. Ama nereden bileceksiniz?

Ben buna yanlış yetiştirilme hatası diyorum. Erkek masayı toplamaz, erkek bulaşık yıkamaz, erkek hizmet etmez, ona hizmet edilir… Kim öğretti size bunları? Kimse kim ama artık devir o devir değil. Bu işe bir çare bulmak gerek.

Bir kahve içmek için bile zamanım yok. Ama üstüme yüklenen sorumluluğum çok. Sabah olduğunda yine kalkacağım. Yine kuş sesine uyanacağım. Yine kahve yapacağım. Yine ya unutacağım, ya soğuyacak. Yine koşacağım, yine terleyeceğim, yine yetişeceğim. Ya da yetişemeyeceğim mi demeliyim? Çünkü hissettiğim o. Ve yine eksileceğim. Eksik hissedeceğim. Yetemediğimi, yetersiz olduğumu… Unutmadan, elbette kahvemi içemeyeceğim yine. O durum zaten artık beynelminel. 

Herkesin zamanı üç boyutluysa benimki hologram. Var ama yok. Ben gibi mi desem? Var mıyım gerçekten? Yoksa ben yokum mu aslında? Ah bir bilsem…

Damla Adam
Damla Adam
Başta İTÜ olmak üzere çeşitli üniversitelerde lisans ve yüksek lisans eğitimlerini tamamladı. Halen Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde öğrenci. Turizm, sağlık, pazarlama sektörlerinde çalıştı. Kolektif kitaplarda ve dergilerde yazıları yayımlandı. “Oyuncak Tabanca” isimli öyküsüyle Zehirli Kalem Öykü Yarışmasında üçüncü oldu. Yazarlık ve editörlük yapmaktadır.

POPÜLER YAZILAR