Kafasını bir türlü toplayamıyordu. Öyle kırk falan değil, yüzlerce tilki… Hiçbirinin kuyruğu da birbirine değmiyordu. Üzerime yüklenen tüm o görev ve sorumluluklar gerçekten de benim mi, diye geçirdi aklından. Cevabı biliyordu. Neden yüklendim bunları? Zorunda mıydım? Bir sigara yaktı. Derin bir nefes çekti. Kabul etmeliyim ki çoğunu ben sırtlandım. Karnı kıpır kıpır oldu. Sıkıntılar, endişeler, kaygılar ve belirsizlikler içini kapladı. Ayrık otuyum. Hep ayrıydım, aykırıydım. Hiçbir zaman ait olamamıştı. İstemediğinden değil kendi olduğu için. Kendi olmamayı beceremediği için.
İnsanlar kendini bildi bileli onun farklı olduğunu söyleyip duruyorlardı. Kimi zaman şaşkınlık kimi zaman hayranlık dolu ama en çok da eleştiren bir tavırla. Kimileri için marjinal bir deli, kimileri içinse değişik bir kadındı. Hani hafif çatlak, deli dolu, zaman zaman atarlı ama genelde zararsız. Ona sorulsa o hepsiydi ve de hiçbiri. Yorulmuştu bunca yıldır yaftalanmaktan, bir kalıba sıkıştırılmaya çalışılmaktan. Bir insanın kendi olması bu kadar zor ve yorucu olmamalıydı. Otobüste, sokakta veya herhangi bir mekânda üzerine çevrilen dimdik bakışlar… Fütursuz. Kimi zaman meraklı, kimi zaman şaşkın, kimi zaman da kınayan bakışlar… Bazen az, bazen çok, ama hep tacizkâr. O ise hep tavizkâr.
Sol elindeki alyansı fark ettiklerinde dahi değişmeyen o bakışlar… Ama yanında eşi veya çocukları varsa durum farklıydı. Tamam canım, şimdi oldu. Kadın evli ve çocuklu. O zaman olur. Toplumsal görevlerini gerçekleştirmiş ne de olsa. O bir eş. O bir anne. Artık onlar düşünsün, bize ne? Ama yine de saçları pembe ya da mor olmasa, dövme yaptırmasa, bu kadar renkli giyinmese çok daha doğru olurdu. Yapmasaydı o da, bakmazdı o zaman diğerleri ona. Yine suç ondaydı. Bunlar Anayasa’nın hangi maddesine göre suç teşkil ediyor acaba? Çok yorulmuştu ama hâlâ umut kırıntıları vardı içinde. Ne kadar da iyimserim.
Sevmezdi klişeleri ama işte geçiverdi aklından bir tane: Ya dışındasındır çemberin ya da içinde yer alacaksın. Bir ayağım içinde, bir ayağım dışında olsa olmaz mı? Ya da çizginin üzerine bassam sadece? İlla bir yerde mi olmalıyım? İçi ürperdi. Dalıp gitmişti yine derinlere. Telefonun saatine baktı: 15.36. Yaklaşık bir saati vardı kocasının gelip kendisini almasına. Hâlâ bir şeyler yazabilirdi. Çok yazası vardı. Yazmıştı az önce bir şeyler ama vazgeçmişti yarışmaya yollamaktan. Yeniden yazmalıydı. Tamamen tesadüfen keşfettiği bu mekânı seviyordu. İyi geliyordu burası ona. Yazabiliyordu burada. Genellikle işten çıkıyor, buraya geliyor, öğrencilerinin ödevlerini kontrol ediyor ve yazıyordu. Eski usulde. Kurşun kalem ve defter kullanarak. Bugün önündeki masada oturan, buraya ilk defa geldiği her halinden belli olan genç kadına sinir olmuştu. Her şeye söyleniyordu kadın. Yok prizdi. Alevler çıkıyordu. İnşallah bilgisayarına bir şey olmazdı. Kırk bin lira verdirtmesinlerdi ona tekrar. Nasıl yani, artizan çayları –nasıl bir çaysa artık– tek çeşit değil miydi? Hepsini birleştirip tek çay getiremezler miydi? Tamam o zamandı. Kış çayı olsundu bari. Yok müziğin sesi ne kadar yüksekti, kısamazlar mıydı? Aman aman iyi ki kısmışlardı. Hiçbir şey değişmemişti. Yahu sus be bacım biraz ya! Zaten kulağında kulaklık var, hâlâ niye söylenip duruyorsun on beş dakikadır? Kalk git beğenmediysen. Gıcık oldum ya!
Kalktı, la havle çekerek dışarı çıktı. Bir sigara yakıp ilk nefesini derin derin içine çekti. Oh be, sakinledim biraz. Sigarasını bitirip masaya döndü. Oturur oturmaz yazmaya başladı. Bir de çay söyledi. İyiyim şükür. Haydi yaz ya kalemim. İçinde anlamlandıramadığı bir kıpırtı, pırpır bir haller vardı. Çok üstünde durmadı. Yazdı, yazdı, yazdı… Gözü bir an yazı defterini koyduğu fermuarlı kumaş dosyaya kaydı. Harika bir akşam tasvir edilmişti kumaşta. Morun, kırmızının, mavinin, sarının, turuncunun ve pembenin envaiçeşit tonu. Bir de ellerini iki yana açmış, başını hafifçe gökyüzüne kaldırmış arkası dönük bir kız çocuğu. Kumaştaki kızın yüzünü hayal etmeye çalıştı. Kendi kızlarının yüzleri geldi gözünün önüne. Gülümsedi. İçi sıcacık oluverdi. Anın tadını çıkardı. Daha da keyifle yazabilirdi artık. Devam etmeden önce yazdıklarına bir göz attı. Nasıl tamamlayacağım acaba? Sonu nereye varacak? Amaan sonunu düşünen kahraman olamaz Memati! Ayy bugün çalan şarkılar da hiç eğlenceli değil… Gerçi sandviç efsaneydi. Tadı hâlâ damağımda. Akşam yemek yemem artık.
Yeni başladığı bu yazma macerasının kendisine ne kadar iyi geldiğini düşündü. Yazarak rahatlıyor, yazdıkça çok keyifli ve mutlu oluyordu. Kendi oluyordu. Hep yazmak istiyordu. Yahu nasıl bağlayacağım acaba bu hikâyemin sonunu? Yine bıraktım elimi kaleme. Off hayırlısı olsundu, inceldiği yerden kopsundu. Derken dopdolu bir nefes çekti içine, bir müddet tuttu içinde ve aleni bir şekilde püfleyerek bıraktı dışarı. Olduğu gibi yazmaya karar verdi. Düşünceleri, zihni, ruhu, kırk sekiz yıl boyunca içinde biriktirdikleri birdenbire dökülüverdi kâğıda:
Zorunda mıyım? Yazık oldu be Dilber Ay’a. Ne harbi kadındı rahmetli. Galiba o da zorunda olmaya katlanamayanlardandı. Kalbi dayanamadı. Gitti küt diye. Benim de kalbim dayanmıyor zorunda olmaya, mecbur bırakılmaya. Bitmiyor beklentiler, talepler. Nedenler, niyeler, nasıl yaniler bırakmıyor peşimi. Saçımdan başıma, kılığımdan kıyafetime, takılarımdan tokalarıma, ayakkabımdan çantama, kaşımdan kirpiğime, bedenimden zihnime, yazdıklarımdan çizdiklerime hep bir çapraz sorgu hali. Acaba öyle mi yapsaymışım, böyle demese miymişim daha mı iyi olurmuş? Söylediklerim, söylemediklerim, yaptıklarım, yapmadıklarım, yazdıklarım, yazmadıklarım ve hatta -ecek/acak’larım herkese dert. Kaç yaşına gelmişim, olur muymuş? Yok artık daha nelermiş! Anneymişim. Öğretmenmişim. Eşmişim. Belli ki bir ben bilmiyormuşum kendimi. Anlaşılan bir ben değilmişim. Onun dışında her şeymişim. Herkesinmişim. Çok ortadaymışım. Orta malıymışım. Yok ya! Yemezler. Nezaketin ve zarafetin enayilik olduğunu daha fazla gözüme sokamazsınız. Sıra bende. Hangi akılla ve de hakla sorguluyorsunuz beni? “Ben” olduğum için mi? Normlarınıza uymadığım, bunu ben, kendim, şahsen ve bizzat tercih ettiğim için mi? Kadın olduğum için mi? Giydirmeye çalıştığınız hiçbir kıyafet, yapıştırmaya çalıştığınız hiçbir etiket üzerime uymadığı için mi? Sizden korkup kaçmadığım, hatta karşı çıkıp sesimi yükseltebildiğim için mi? Rahat olduğum, size rağmen olduğum gibi olmaktan vazgeçmediğim için mi? Sorgulamaktan çekinmediğim, okuyup yazmaktan, öğrenmekten ve keşfetmekten bıkıp usanmadığım için mi? Sizin gibi olmadığım için mi? Yoksa benim gibi olamadığınız için mi? Bu sorular uzar da gider.
Ben duruyorum. Aklınıza gelen başka “İçin mi?”ler varsa siz ekleyin. Benden bu kadar. Bulunmaz Hint kumaşı değilim. En iyi, en ben de değilim. Olmak gibi bir çabam da yok. Sadece sizin gibi değilim. Olmadım. Olmuyorum. Olmayacağım. Yok arkadaşım, yok bende sürü psikolojisi, sürü duygusu. Hiç inanmadım ben ana akım topluma, topluluklara. Yok toplum moplum! Olsa olsa bir grup insan akımın içine etmişler, ama yine de akın akın akmaya çalışıyorlar. Siz akın. Ey akıncılar, bin atlı dev gibi bir orduyu yenin. Beni de rahat bırakın! Benim gibileri de! “Sorun sizde değil bende,” dememi bekliyorsanız, hadi buyurun: Evet, sorun bende. Çünkü ben varım. Bir varlığım. Ruhumu ve aklımı kullanabiliyorum. Kendim olabiliyorum. Tek başıma dik durabiliyorum. Erdemlerimle ve günahlarımla yaşayabiliyorum. Kendimle yüzleşebiliyorum. Yanılıp hata yapabiliyorum. Üzülüp kızıyorum, ama onlardan ders almaya bakıyorum. Bir adım daha ileri gidebilmek için çok çaba sarf ediyorum. Korkularımla ve kayıplarımla var olmaya devam ediyorum. Çok çabalıyorum. Herkes gibi… Herkes kadar… Peki ya siz? En büyük erdeminiz “Ait olmak.” Neye, kime olduğu fark etmez. Bir insana, bir topluluğa, bir dine, bir ideolojiye veya bir kuruma… Yalnız kendinize ait değilsiniz. Bu da sizin sorununuz. Benim değil. O yüzden, hadi artık bir salın beni. Bir rahat bırakın. Beni bana bırakın. Yazacak çok şeyim var. Yazacağım ben. İnadına kendimle var olacağım. Hadi, selametle!
Ünlem işaretini koydu ve arkasına yaslandı. Sandalye ana kucağı gibi geldi. Derin bir oh çekti. Buz kesmiş ellerini ovaladı. Kendini dinledi. İçinin pırpırı geçmişti. Gülümsedi. Artık eve gidip yazdıklarını bilgisayarda temize çekebilirdi. Telefonun saatine baktı: 16.40. Kocası da gelmek üzereydi. Mutluydu, huzurluydu, kendiydi ve hâlâ ait değildi.