Büyükada’da bir pazar… Kışın en keyifli zaman geçirdiğim adanın Büyükada olduğunu söylersem yalan olmaz. Yılın bu zamanlarında Heybeli ve Burgaz nispeten sakin, Kınalı ise ıssız gelir bana.
Ada’nın tanıdık sokaklarında yürüyordum. Saatler öğlene yaklaşırken sahile yol aldığım sırada beklenmedik bir şey çıktı karşıma. Uçtaki kayaların üzerine oturmuş denizkızı heykelini daha önce hiç görmemiştim! Belinden kuyruğuna, renkli mozaiklerinin birkaç parçası dökülmüş olsa da iri gözleriyle ve omuzlarına dökülen upuzun saçlarıyla her an canlanacakmış gibi karşımdaydı işte.
Bu şaşkınlık bana bir yerlerden tanıdıktı. Hatırladım. Birkaç yıl önce, Budva seyahatimin görülecekleri arasındaki Dans Eden Kız Heykeli’ni kent boyunca aramış, neden sonra tesadüf etmiştim. Aslında bu şaşkınlık halinin hatırladığım değil; heykele ait masalın bendeki izdüşümü olduğunu anladım. Heykelin sadakatin sembolü olduğunu ilk duyduğumda kalbime öyle işlemişti ki… “Bence sadece sadakatin değil, umudun ve umutla bekleyişin de sembolü,” diye geçirmiştim içimden. Bu haliyle çok daha anlam kazanmıştı. O an, denizkızına bakarken de benzer bir his sardı yeniden benliğimi.
Kıyıdaki banklardan birine oturup, kışın iyiden iyiye “ben buradayım” demesine rağmen olanca haşmetiyle parlayan güneşe döndüm yüzümü. Karşı sahili seyrederken heykel formundaki statülerini hayallerimizde canlandıran o mistik hikayelere kaptırdım kendimi.
Tatlı ve ahenkli bir sese sahip olan denizkızı, ailesi ile su altında bir sarayda yaşıyordu. Belinden aşağısı balık şeklinde olan denizkızı aslında ölümsüzdü. Fakat bir gün, bir insana âşık olmuş ve o aşkla kavuşabilmek için insan bedenine dönüşmek istemişti. Tüm çabalarına rağmen, ölümsüz olduğunu düşündüğü bedene erişememişti. Ölümsüzlüğe sahipken, bir ölümlüye kavuşmak için gösterdiği çabanın “insanüstü” olmasından daha tezat ve kavuşmak istediği hayatın kendi sonunu getirmesinden daha trajik ne olabilirdi!
Dans Eden Kız Heykeli hakkında aklımda kalan efsane, birbirini çok seven ancak birlikte yaşamaya yetecek parası olmayan bir kız ve bir denizciye aitti. Bir gün genç denizci, yeni hayatlarına yetecek miktarda para kazanmak uzun bir yolculuğa çıkıyor, kız da onu beklemeye söz veriyordu. Kız, sevgilisi denizdeyken sözüne hep sadık kalmıştı. Her gün açık denizin en iyi görüldüğü uçurumun kenarına gelip, sevgilisinin döneceği geminin ufukta belirmesini bekliyordu. Ancak denizciden bir daha haber alınamamıştı. Yıllar geçmiş ve bir sabah genç denizci kıyıda ölü bulunmuştu. Heykel sadakatin simgesi olarak o uçurumun kenarına dikilmişti.
Masalın da efsanenin de ortak noktasının saf sevgi ile beslenen fedakârlıklar ve adanmış bekleyişler olduğunu düşündüm. Zaten bu temalar değil miydi onları yüzyıllardır dilden dile taşıyan? Bankta otururken güneşten ziyade bu temaların gücü daha çok ısıttı içimi, huzur verdi.
Fakat bir an, sormadan edemedim kendime. “Peki ya, denizkızı ölümüne sevmeseydi, genç kız beklemeyi bıraksaydı?”
İçimde iki ses birbiriyle çekişmeye başladı. Ürpermeye başladım. Mavi gökyüzünde aniden beliren grimsi bulutlar hızla ilerlemiş, güneşi tamamen örtmüşlerdi. Ne kuvvetli rüzgârın kulaklarımda öten sesi, ne de nefesiydi üşümeme sebep olan… Soğudu kalbim. O sıcak sevgiler küsüp gitti, geride kocaman bir boşluk kaldı. Fedakârlıklara, emeklere ne olmuştu? Bunca çabaya değmiş miydi?
Takalar çarşaf gibi dalgalanan denizde bir yukarı bir aşağı sallanıyordu. Ben, saçlarımın savrulup durmasına inat bankta oturmaya devam ederken; sorgularımdan bir fırtına patladı. “Feda ettiğimiz kendi değerimiz ve yaşama bağlılığımız ise, ömür denen var oluştan ne kalır geriye? Kurumuş bir bedenin, içi geçmiş bir ruhun ne faydası olur? Kendinden ve özünden vazgeçmek, neden?” Yüzüme gelen saç tellerinin üzerine bir sicim indi yanaklarımdan.
Kabullenemeyiş, inkâr ve öze sitemle bankta ne kadar zaman geçirdiğimin farkında değildim.
Gün, yüzünü ikindiye dönmeye hazırlanırken, içimdeki fırtına sanki bir halata tutunup durulmak istercesine dile geldi. “Ama başka bir yol olmalıydı… Kendilerinden ödün vermeden bu yolda yürümenin bir yolu olamaz mıydı?”
İskeleye yanaşan motora takıldı gözüm. Öbek öbek inen yolcuların bazısı fotoğraf çektirmek üzere heykele yöneliyor, bazısı çevreyi keşfe hazırlanıyordu.
Heykelin üzerine yansıyan bir aydınlık oldu. Patlayan saniyelik flaşlar değildi, motorun lambası da. Ne zamandır esir olan güneş zar zor sıyrıldığı bulutların arasından huzmelerini denizkızının mozaiklerine sektiriyordu.
Ya, ben olsaydım bu hikâyelerin yazarı hangi kelimeleri seçerdi kalemim? Masal kadar sevilecek ama efsane gibi yarım kalmayacak aksine hayatın gerçekliği ile inandırıcı ve peşinden sürükleyecek hikâyeler olurdu. Ben her zaman ve her koşulda sevdim. Kahramanlarım da sevecekti ama önce kendilerini. Kendi varoluşlarını kutlayacaklardı her halükârda. Belki onlar da heykeli dikilecek kadınlar olacaklardı özleri ve bilgelikleri ile bir ve bütün kadınlar olarak ilhamı simgeledikleri için.
Yanaklarımdan süzülen sicimleri sildim. Bir düdük öttü. Motor kıyıdan ayrılırken teşekkür ettim bugün için Ada’ya ve denizkızına.