Kitaplarla dolu, küçük çalışma odasında Asude, yazdığı metni bir daha gözden geçirdi. Daktilosunun başına geçtiğinde, dünyaya meydan okuyan bir savaşçı gibi hissediyordu. Her vuruşta, yalnızca sözcüklerini kâğıda dökmüyordu. Susturulmuş, yok sayılmış bütün kadınların sesi, görülmeyenlerin nefesi ve yok sayılanların varlığı olmak istiyordu.
O, ne annesi gibi geleneksel olmak ne de babasının baskısıyla erken yaşta evlenen kız kardeşi gibi ona biçilen hayatı yaşamak istiyordu. Ona göre kadın olmak, evlenmekten ya da anne olmaktan geçmiyordu. Annesine baktığında ömrünün büyük kısmını evde geçiren, ekonomik özgürlüğü olmayan, kocası ne derse onu yapan bir kadını görüyordu. Ayrıca annesinin mutsuzluğunu da hissediyordu. Annesi babasına sormadan komşuya bile gitmezdi, gidemezdi. Bu kadarcık özgürlük alanı bile tanınmamıştı ona. Çünkü kadının özgürlüğü ataerkil fikirlere sahip bir erkeği rahatsız ederdi. Hegemonyasına bir tehdit olarak algılardı erkek kadının özgürlüğünü. Tüm gün evde didinen, çalışan, ter döken annesinin bir defa takdir edildiğine, bir defa gönlünün hoş edildiğine şahit olmamıştı. Emeği, en yakınındakiler tarafından bile görülmüyordu. Çünkü evin hanımıydı, göreviydi, yapmalıydı. Kız kardeşi ise kendisini bildiğinden beri romantik kitaplar okur, evliliğe dair hayaller kurar ve gelecekteki müstakbel eşine kendini daha fazla sevdirebilmek için ev işleri öğrenir, çeyizi için el işleri yapardı. Çünkü içine doğduğu ailesine göre toplumun kadınlara biçtiği rol doğmak, ev işlerini öğrenmek, evlenmek, iyi bir eş ve anne olmaktan ibaretti. Aksi o dönemlerde düşünülemezdi. Hele de ailesi gibi üst tabakaya mensup kadınlar için çalışma hayatı denilen şey hayal dahi edilemezdi. Kadınların çoğu da çalışmak istemezdi aslında. Erkek çalışır, eve bakardı nasıl olsa. Hayır! O böyle bir hayatı hiçbir zaman istememişti. Kendi özgürlüğünü elinde tutan, kimseden bir şey istemeden ihtiyaçlarını giderebilen, okumuş, çalışan kadınlardan olmak istemişti.
Ailesinin erkekleri ona ne kadar engel olmaya çalışsalar da tahsiline devam etmiş, üniversitede Siyasal Bilimler okumuş, ardından da dönemin muhalif partisinde çalışmaya başlamıştı. Elbet bunda ailesinin imkanlarının rolü yadsınamazdı. Direnmiş olsalar da tahsili için gerekli desteği sağlamasalar, bulunduğu konuma gelemezdi. Bunun da bilincindeydi. Kendisiyle aynı imkânlara sahip olmayan nice kadın, çok zor koşullarda geçim mücadelesi veriyordu. Asude de bu mücadeleci kadınların hakları için savaşıyordu. Özgürlükçü fikirleri, keskin zekâsı ve güçlü iletişimi sayesinde partisinde sivrilmiş, tırnaklarıyla kazıya kazıya da olsa üst kademelerde kendisine yer edinmişti. Ancak bir süredir düşünceleri hep ya fazla sert ya da fazla kadın yanlısı bulunuyordu. Sunduğu son raporu vekil yardımcısı okuduğunda, “Çok fazla kadın sorunlarına değinmişsiniz, biraz da memleket meselelerinden bahsetseniz daha iyi olur. Malum, ekonomi kötü, işsizlik aldı başını gidiyor, memlekette karaborsacılık peydah oldu,” yorumunu yapmıştı. Asude, toplumun sorunlarını çok iyi biliyordu. Memleket meseleleri her zaman var olmuştu. Ekonomik buhranlar her dönem yaşanıyordu. İktidar savaşları da keza öyle… Ancak bunların çözümüne odaklananlar asıl meseleyi kaçırıyordu. Kadın düşünürdü, sorgulardı, başkaldırırdı, öğretirdi. Kadın yalnızca evi, yuvayı temsil eden bir kişi olmaktan çok daha fazlasıydı. Kadın aslında toplumu şekillendirirdi. Yetiştirdiği çocuklarla topluma yön verirdi. Kadınlara da en az erkekler kadar imkân verilmeliydi.
O gün Asude’nin hayatında önemli bir dönüm noktasıydı. Şehirde kadın işçilerin grevi vardı ve Asude, onların arasında olmayı seçmişti. Fabrikanın bahçesini dolduran kalabalığa seslenecek, onların yanında olduğunu, davalarında haklı olduklarını, hakları için, adaletli bir düzen için direnmeye devam etmelerine destek verecekti. Bu seslenişi için günlerce çalışmış, okuyacağı metni defalarca değiştirmiş, baştan yazmıştı. Kadınlar, tekstil fabrikasında insanlık dışı koşullarda çalışıyor, düşük ücretlere rağmen hayatın yükünü sırtlanıyordu. Grevin liderlerinden Fatma, işçilerin taleplerini bir megafondan haykırıyordu:
“Çocuklarımızın karınları doysun diye gece gündüz çalışan kadınlarız biz! Bütün ömrümüzü bu fabrikada tüketiyoruz. Pamuk tozlarından astım hastası olan Nigâr, sigortası olmadığı için tedavi olamıyor. Hacer, eklem ağrılarından kıvranıyor ama yine de iki büklüm çalışmaya devam ediyor. Fikriye’nin al yanaklarını sağlıktan mı sanıyorsunuz? Hepimizde var aynı hastalık. Nemden, kumdan alerji oluyoruz. Tüm bunlara katlanıp hak ettiğimizi alabiliyor muyuz?”
Meydandan bir çığlık yükseldi, “Hayır.”
Fatma sözlerini “Adalet istiyoruz!” diye noktaladı. Alkış, çığlık kıyametti.
Asude, adalet, diye düşündü. Bu kadınların tek istedikleri şey insanca çalışma koşulları ve adalet. 1911’de Triangle Gölmek Fabrikası yangınını anımsadı o anda. 123 kadın işçinin kaybıyla sonuçlanan bu vahim olay, üzerinden yıllar geçse de hafızalara kazınmıştı. O fabrikada da buradaki gibi insanlık dışı çalışma koşulları vardı. 12-13 yaşındaki çocuk işçiler, haftalık 70 saate dayanan çalışma süreleri ve tüm bunlara karşılık aylık kazançların çok düşük olması… İş güvenliğinden yoksun bir iş anlayışı hâkimdi o gün de bugün de. Burada çalışan kadınlar hem ailelerine bakmaya çalışıyor hem de kendi ayakları üzerinde duruyordu. Sessizliğe mahkûm edilmiş onca kadının haykırışı, duyulmayı bekliyordu. Kadınlar artık yok sayılmak değil var olmak istiyordu.
“Söz sırası sizde Asude Hanım,” dedi Fatma. Asude, omuzlarında bir sorumluluk hissetti. Bu mücadele yalnızca bir grev değildi, belki de benzer bir felaketi önlemek için bir şanstı. Emeklerinin karşılığını alamayan insanların zorlukla geçen hayatlarına belki sözleriyle ışık olacaktı. Bu hayat güvencesi, sağlık güvencesi, iş güvencesi olmayan kadınlara dayatılan sessizliği bozma mücadelesiydi. Asude megafonu dudaklarına götürdü. Var gücüyle seslendi hemcinslerine.
“Haklı taleplerinizin arkasındayız…”
Asude eve döner dönmez masasına oturdu. Grevdeki gözlemlerinden bir rapor hazırladı. Fatma’nın haykırışlarını, kadınların kırışık ellerini, çalışmaktan bükülmüş omuzlarını ve gözlerindeki kararlılığı kâğıda döktü. Bu basit bir rapor olmayacaktı. Asude, gözlemledikleriyle toplumun kalbine dokunan, yaşayan, nefes alan bir metin yazdı. Çünkü işsizlik kadar, işyerlerindeki kötü koşullar da toplumun kanayan yarasıydı. İş kazaları yüzünden onlarca kadın hayattan koparılmıştı. Birçoğu meslek hastalıklarına yakalanmıştı. Sigortasız çalıştırılanlar, tedavi olamıyordu, erken emeklilik haklarından yararlanamıyordu. Bir de cinsiyet eşitsizliği faktörü vardı. Aynı işi yapan kadın ve erkek çalışanlar arasında ücret farklılıkları Asude’ye zalimlik gibi geliyordu. Erkeklerin kurduğu düzende hem çalışıp hem de ideal kadın olmak zordu. Evde babayı, kocayı, belki abiyi; iş yerinde patronu, ustabaşıyı mutlu etmek, onlara hizmet etmek, kadınlara çifte sorumluluk yüklüyordu. Bu emeklerinin karşılığını alamıyorlar, üstüne üstlük şikâyet etmeden yaşamaları, ses çıkartmamaları bekleniyordu. Bu adaletsizlik değil de neydi?
Raporunu tamamladığında, Asude’nin içi hem umutla hem de endişeyle doluydu. Yazdıkları bu kez nasıl yorumlanacaktı? Az çok tahmin etse de bu düzeni kabullenmektense değişim için yılmadan denemek istiyordu. Ya sansüre uğrarsa? Ya erkeklerin kurduğu bu dünyada, raporu görmezden gelinirse? Yine de kararlıydı. Ertesi gün raporuyla beraber vekil yardımcısının yanına gitti. Raporunu teslim etti. Kendi işleriyle meşgul vekil yardımcısı Asude’nin yüzüne dahi bakmadı. Kurulda raporunun gündeme gelmesi için günlerce, sabırla bekledi. Sonunda bir gün vekil yardımcısı onu odasına çağırdı. Odaya girdiğinde hiç beklemediği bir tavırla buyur edildi. Vekil yardımcısı ikisine de kahve söyledi.
“Asude Hanım, raporunuzu okudum ve vekilimizle de paylaştım. Raporunuz toplumsal hassasiyetleri çok samimi bir şekilde irdelemiş. Vekilimiz genel kurulda raporunuzu partililere sizin okumanızı istedi.”
Asude, bu geri dönüşe çok şaşırsa da bir o kadar da sevindi. Demek ki çabaları nihayet sonuç vermişti. Hem onun hem de çalışan, haksızlığa uğrayan kadınların sesi nihayet duyulacaktı. Ne var ki erken heveslenmişti. Hafif bir öksürükten sonra vekil yardımcısı sözlerine devam etti.
“Fakat takdir edersiniz ki raporunuzda bazı kısımlar fazla fevri bir üslupla ve sert ithamlarla yazılmış. Sanayi iş kolunu karşımıza almamalıyız. Politik olmak durumundayız. O kısımları çıkarmanızı rica ediyoruz. Ben raporunuzda çıkmasını uygun gördüğüm yerleri işaretledim. Siz de bir bakarsınız.”
Asude işaretlenen kısımlara baktığında öfkelendi, kırmızı kurşun kalemle işaretlenen yerlerden raporu görünmüyordu. Odasına gittiğinde kâğıdı buruşturup attı. Yazdıkları, hiçbir şart altında değiştirilmemeliydi. Kadınların hikâyesi sansürlenemezdi; yaşadıkları zorluklar, adaletsizlikler, tedbirsizlikler olduğu gibi gün yüzüne çıkmalıydı. O akşam eve döndüğünde, oturup düşündü. Yazdıklarım kadınların sesi, nefesi ve mücadelesiydi. Onları susturmayı değil, duymayı öğrenmeliler. Fikirlerimi beğenmeyen, törpülemek isteyenlerin yanında benim ne işim var? Daha özgür olabileceğim, fikirlerimi cesurca dile getirebileceğim bir mecra bulmalıyım. Asude büyük bir kararın eşiğindeydi.
Bir yıl sonra, partiden ayrılmıştı. Uzun uğraşlar sonunda yazdığı romanı basılmış ve büyük yankı uyandırmıştı. Gazetelerde “Emekçi kadınların sesi” olarak tanımlanıyordu. Çoğu sorun işverenlerce hâlâ görmezden geliniyordu. Toplumsal değişiklikler için zaman gerekiyordu ama fitilin ucu ateşlenmişti. Kibriti Asude yakmıştı. Ayrıldığı partisinden vekillik teklifi almıştı. Ancak o bu teklifi nazikçe reddetti. Bazen kolektif bir haykırıştan çok müstakil atılan çığlıklar duyulurdu.
Her satırı, toplumun baskıcı yapısına bir meydan okumaydı. Asude, bunu son nefesine kadar sürdürecekti. Kaleminin çığlığı asla susmayacak, hemcinslerinin çığlıklarını daima satırlarına taşıyacaktı.