“Bir anne, sadece çocuğunu dünyaya getiren değil, hayatını onun için adayan kadındır.”
Dorothy Canfield Fisher
Alarm sesiyle birlikte, zamkla yapışmış gibi kıpırdatmakta zorlandığı göz kapaklarını araladı. Aslında alarm sesini duyar duymaz günün planını zihninde canlandırmaya başlamıştı bile, sadece gözleriydi ona isyan eden. Pencereden vuran güneş, odada uçuşan toz tanelerine peri tozu havası veriyordu. “Gün benim için doğdu bugün, güneş de iyi şeyler olacağını müjdeliyor,” dedi kendi kendine Fesleğen. “Bak peri tozu bile var, sihirli bir gün olacak.” Yatakta miskince gerinmeye vakti yoktu. Hızla doğruldu, ayaklarını akşamdan milim milim düzelttiği terliklerine doğru uzattı fakat aradığı noktada onları bulamadı. Neredeyse yirmi santimetre kadar sağa kaymışlardı. “İlginç,” dedi, “bunu ben yapmış olamam,” zaten sol terliği diğerinden daha ileride duruyordu. Mümkün değildi bu, ne zaman başladığını hatırlamakta zorlandığı bu alışkanlığını dün akşam bırakmış olamazdı. Sarhoş şekilde yatağa girdiği gecelerde bile, sabaha karşı bir vakit uyandığında terliklerini sağlı sollu, önlü arkalı hizaya getirir ve tekrar yatardı. Tabii ki anlamıştı bunu kimin yaptığını, Hulusi’den başkası olamazdı. Zaten onun kendi yatağında uyuduğunu hiç görmemişti. Hulusi, gecenin herhangi bir saatinde yanına usulca sokulur, canı sıkılıp uykusu yetince de gürültülü bir şekilde yatağı terk ederdi. Dün akşam da böyle yapmış olmalıydı. Hatta yataktan yere atlarken de terliklerin üzerine düşmüş, onları darmadağın etmişti belli ki. Sahi, onun maması var mıydı? Evden çıkmadan mamasını koymalı, suyunu da tazelemeliydi. Zira geç saate kadar eve gelemeyeceği böyle günlerde, Hulusi’nin aç kalmasını istemezdi.
Yüzüne hızlıca çarptığı buz gibi suyla iyice ayıldı. Eskişehir’deki eski kışların eksi on beş derecelerde yaşandığı, suların donup musluklardan akmadığı zamanları hatırına getirince, bugününe şükretti. Neydi o günler? Her kış sabahında okula gitmek için kapıdan çıkarken, kendisini uğurlayan annesi, “Saçak altlarından gitme emi kızım?” diye bin kez tembih ederdi. “Maazallah, o sipsivri buzlar kafana iniverir.” O yıllardan beri hâlâ evlerin çatı altlarından yürüyemezdi. Bunları düşünürken dudaklarına buruk bir gülümseme yayıldı. Ne çok özlemişti o aile olabildikleri günleri. Belki bugün yine eski günlere benzer bir hayatın ilk basamağı olacaktı. Birden iki eliyle ağzını kapattı ve muzip bir şekilde kendi kendine kıkırdadı. Sanki kalbinde uçuşan kelebekler dışarı kaçacaktı da vazgeçirmek için onlarla oynaşıyordu.
Fesleğen için bugün çok önemli bir gündü. Aylardır sıcak bir bağ kurmaya çalıştığı kızı Zeynep’i alacaktı kurumdan. Daha doğrusu kızı olmasını dilediği öksüz bir küçüğü. “Bana anne demeye ne zaman başlar acaba?” diye geçirdi içinden. Hemen olmayacağı kesindi, kendi annesine ihanet edecek gibi gelmez miydi kıza? Gelirdi elbette. Olsun, o sabırlı olacak ve kızdan bunu kendi isteğiyle yapmasını bekleyecekti.
Kahvaltısız dışarı asla çıkmadığı için aceleyle mutfağa gitti. Akşamdan haşladığı yumurtasını birkaç hızlı bıçak darbesiyle dörde böldü. Biraz zeytinyağı, biraz kırmızı biber, olmazsa olmazı bir tutam zerdeçalı da üzerine serpiştirdikten sonra yumurtaları birkaç lokmada atmıştı ağzına. Neredeyse dişlerine temas bile etmeden onları yemek borusuna göndermişti. Uzun uzun kahvaltı yapacak vakti yoktu. “Hadi Fesleğen,” dedi kendi kendine, “bugün büyük gün.” Zeynep’i kurumdan alıp, şehrin tepesindeki Asri Mezarlık’a götürecekti. Çünkü Zeynep böyle istemişti. On iki yaşındaki bir çocuktan beklenmeyecek ama bir o kadar da saygı duyulacak bir istekti bu. “Annemle tanıştırmalıyım önce seni,” demişti, “onun da seni seveceğinden eminim, eğer sevmezse ben anlarım zaten.” Fesleğen’in biraz kafası karışmıştı bu cümleyi Zeynep’ten ilk duyduğu an. Annesinin Fesleğen’i sevip sevmediğini nasıl anlayabilirdi ki küçük kız? Neyse ki Zeynep hemen anlatmaya başlamıştı. “Annem öldüğünden beri, her pazar günü onu ziyarete giderim. Bir ziyaretimde ona, kuruma yerleştiğimi, babamın da beni artık hiç rahatsız etmediğini anlattığımda, mezardaki çiçekler ayağa kalkmış, güneşe doğru dönmüştü. Ama başka bir ziyaretimde babamın bana cezaevinden gönderdiği mektupta yazdıklarını anlatınca, aynı çiçekler boynunu bükmüş ve kapanmıştı. İşte böyle anlıyorum ben annemin nelere kızıp, nelere sevindiğini. Hatta mezarına benim ektiğim fesleğenler kokusunu etrafa salınca, anlıyorum ki annem bana o an sevgisini, şefkatini, anne kokusunu gönderiyor.” Bunları dinlerken boğazı düğüm düğüm olmuştu Fesleğen’in. Ne diyeceğini bilememiş, Zeynep’e sıkıca sarılmakla yetinmişti. Sonraki görüşmelerinde öğrendikleri daha da acıydı. Babasının yıllarca ona çektirdikleri… Gerçi baba denemezdi o adama. Zeynep bu yüzden yaz kış demeden her gece, önünde kırk iki tane kopçası olan kalın bir uyku tulumu ile yüzüstü şekilde uyurmuş meğer. Yavrucak bunun onu koruyacağına inanmış hep.
Fesleğen, bu yaşanmış kötü hatıraları unutturabilecek miydi acaba Zeynep’e? Ona ihtiyacı olan sevgiyi, şefkati, sabrı, en önemlisi güveni verebilecek miydi? Yapabilir gibi geliyordu ama emin değildi. Sevgi her şeyin üstesinden gelmez miydi? Hep böyle deniyordu. Peki, böyle örnekler yaşanıyor muydu? Zeynep’in uyku tulumu bağımlılığı gibi, Fesleğen’e de unutamadığı bu saçma terlik düzeltme takıntısı kendi babasından miras kalmamış mıydı? Yenememişti bunu. Her gece içip içip eve gelen babasının, ondan ayakkabılarını düzeltmesini istediğinde, korkudan dışarı çıkacak gibi çarpan o minicik yüreği aklına geldi. Fesleğen, babasının ayakkabılarını bir milim yamuk bıraksa, onun pençeyi andıran koca ellerinden çıkan kallavi bir tokatla yere yapışırdı. Düştüğü yerdeki ayakkabılardan gelen kokuyu gecelerce deneyimlemiş olmasaydı, unutabilirdi belki o günleri. Neyse, bugün çok güzel saatler yaşayacaktı ve tatsız anılarla neşesini kaçırmaya hiç niyeti yoktu. Tüm bu kötü düşünceleri dağıtmak istercesine başını iki yana salladı ve yüzüne hızlıca bir gülümse yerleştirdi. Akşamdan hazırladığı yeşil çiçekli elbisesini giydi, saçlarını Zeynep’in sevdiği gibi arkadan toplayıp, tek örgü yaptı. Zeynep’in annesi de hep böyle yaparmış saçlarını. Son bir hamleyle anne parfümünü de beş fıs sıktı. İşte hazırdı. Fesleğen, annesinin yıllarca onunla özdeşleşen bu parfümünü her önemli ve özel gününde beş fıs sıkardı, annesi de öyle yapardı çünkü. Ne de olsa, bugün anne kokusunun en çok gerekeceği gündü. Kapıyı aceleyle çektikten sonra üç kez kilitledi. Anahtarı, çantasına yerleştirdi, duasını okudu ve kendine şans diledi. Akşama bu kapıyı evin yeni üyesi olacak kızıyla birlikte açacağı için çok mutluydu. İçini kıpır kıpır yapan bu mutluluğu, dudak kenarlarına tebessüm olarak yerleştirdi. Merdivenlerden inerken, buram buram bir anne kokusu da peşinden geliyordu.