Kendime geldiğimde nerede olduğumu kavrayamadım. Etrafımda ne olduğunu seçemiyordum. Nerede olduğuma ilişkin bir fikrim olmadan hareketsiz bir şekilde yerde yatıyordum. Neydim? Buraya nasıl gelmiştim? Nereden gelmiştim? Hiçbir şey hatırlamıyordum. Bir ses geldi, bir kapı aralanır gibi oldu. Aralanan kapıdan sızan cılız ışık eşliğinde nerede olduğumu, etrafımda neler olduğunu anlamaya çalıştım. Rutubet ve pas kokulu depo gibi bir yerdeydim. Adım atılacak yer yoktu. Üst üste yığılmış demir, bakır, metal parçalar, paslı alet edevat. Ben, alüminyum bir plakanın üzerine konmuştum. Kıpırdayamıyordum. Alüminyum plaka buz gibiydi, ürpertiyordu beni. Belki de ben buz gibiydim, bilmiyorum.
Deponun sol tarafında üzeri gazete kağıdı ile kapatılmış kırık camlı bir pencereden soğuk bir hava geliyordu. İki adam aralanmış kapıdan içeri girdi, pencerenin yanında durup, kendi aralarında konuşmaya başladılar. Adamlar depoya girer girmez pas kokusunu bile bastıran, kesif bir ter kokusu her yeri kapladı. Beni fark etmesinler diye üzerine konduğum plakanın altına saklanmak istedim, ama ağırlaşmış gövdemi kaldıramadım. Elinde sigara olan bıyıklı esmer adam, ağzından tükürükler saçarak “En son getirdiğimiz mal çok zorladı, günün ortasında, gelen geçen bakarken Kızılay’ın ortasında malı yükleyip getirmek zorunda kaldık. Bir daha almam böyle bir iş.” dedi. Adamın aksanlı sesini duyunca gövdemde keskin bir ağrı hissettim.
Ceketi üzerine bir beden bol gelen, çelimsiz vücutlu, başında kasket olan diğer adam, “Olduğu yerden sökün getirin dediler, getirdik. Biz emir kuluyuz. Neden, niye diye sorgulamayız.” diye cevap verdi ve devam etti konuşmasına. “Abi, kaltak ne çok direndi ya! Sökmesi zor oldu ama hallettik. Anam ağladı. Burda nereye attığımızı bile hatırlamıyorum şu an.”
İkisi de etraflarına bakındılar, bıyıklı adam benim olduğum tarafa doğru bakıp başıyla beni gösterdi. Bahsettikleri kaltağın ben olduğunu anladım. “Orda işte. Kuzgun muymuş Acar mıymış hem Arap hem komünist bir itinmiş bu mal. Onun elinden çıkmış. Bir de utanmadan, Ülkücü kardeşlerimin gözüne sokarcasına şehrin ortasında sergiliyorlarmış.”
Kuzgun. Ne güzel isimdir dedim kendi kendime. Gülümsedim, gülümseyince canım yandı.
Belleğimde görüntüler yavaş yavaş akmaya başladı.
Tutkuyla bana bakan, elleriyle bana nasıl şekil vereceğini düşünen Kuzgun’un ışıltılı gözlerini, nefesinin sıcaklığını hissettim gövdemde. Aylarca bir aradaydık. Sadece ikimiz. Kuzgun ve ben. Yoktan var etmişti beni. Türkiye’sin sen diyordu. Suyunu kaybeden, toprağını kaybeden çorak Anadolu toprağı gibisin. Yaralarına rağmen çok güzelsin…
Belleğimin geçici körlüğü ortadan kalkmıştı. Kimdim? Başıma ne gelmişti? Her şeyi hatırlamaya başlamıştım. Uzunca bir süreden beri Kızılay’daki Emek İşhanı’ndaydım. Ankaralı sevgililerin, arkadaşların buluşma noktasında. Şehrin en hareketli yerlerinden birinde. Asılı olduğum yerden Ankara’yı izliyordum, Ankara beni izliyordu. Kuzgun ile gelmiştik, sonra o gitmişti.
Ben Kuzgun Acar’ın yaptığı 13 metre boyunda, 6 metre eninde “Türkiye” rölyefiyim. Kim olduğunu bilmediğim, ter, tütün ve hınç kokan birkaç adam, gün ortasında sıkıca duvara monte edilmiş gövdemi, hoyrat bir şekilde söktüler. Bir kamyonetin arkasına atıp, beni bu izbe yere getirip, kaderime terk etiler. Kuzgun’un siyasal düşünceleri nedeniyle beni hapsettiler.
Bir daha gün ışığını görebilecek miyim, Kuzgun’un ışıldayan gözlerine kavuşabilecek miyim bilmiyorum.

Bu deli kadın ne anlatıyor diye düşünebilirsiniz. Genç yaşında kaybettiğimiz, ülkemizin çok yetenekli sanatçılarından Kuzgun Acar’ın Türkiye rölyefinin hikayesidir bu. Bana sorarsanız çok dramatik bir hikayedir. Ama önce Kuzgun’dan bahsetmeliyim biraz;
Severek beraber olduğu kadını ve dünyaya gelen çocuğunu sahiplenmeyen ruhu Osmanlı kalmış bir baba.. Mutsuzluğunu, yoksulluğunu alkol ile yok saymaya çalışan Habeş Arabı bir anne.. Babaya öfkeli, anneye bağımlı, tüm hücrelerine yokluk, yoksunluk, yoksulluk ve huzursuzluğun işlemiş olduğu bir Kuzgun. Ruhu da adı gibi kuzgun, kızgın, isyankar ama gözleri ışıltılı. Öfkenin hırçınlaştırdığı bir ışıltı bu…
1950’li yıllardan itibaren cesaretle kullandığı metallerle, tellerle, çivilerle sanat dünyasına şekil verir. O kadar yeteneklidir ki 1962 yılında Paris Genç Sanatçılar Bienali’nde birincilik ödülünü kazanır ve burs alır. Ülkemizin günlerine gecenin hakim olduğu, insanların aydınlığa ve ışığa ihtiyaç duydukları çok zor bir dönemde Paris’te yaşama fırsatı bulur. Sanatı ile beraber kendisini şekillendirir. Ama nereye giderse gitsin içindeki boşlukta arkasından gelir ve Kavafis’in söylediği gibi dönüp dolaşıp doğduğu şehre; İstanbul’a döner. Bir çoğumuz gibi…
İçindeki boşluğu ve yoksunluğu sanatı ve insanlarla doldurmaya çalışır. Büyük rölyefler, figürler çalışır. Çalışmalarında hareketi yakalamaya çalışır. Hareketi yansıtır. Çevresinde hep insanlar vardır, evinin kapısı hep açıktır. Sahip olduğu kocaman yüreği ile vermeyi, paylaşmayı sever.
Türkiye rölyefine gelecek olursak;
Kuzgun Acar 1966 yılında Ankara, Kızılay’daki Emek İşhanı’nın bir cephesine 13 metre boyunda 5-6 metre eninde metal rölyef yapar. “Türkiye” der bu çalışmasına. “Türkiye” rölyefi Anadolu’nun çoraklaşma sonucu kaybettiği toprağı ifade eder. İşçi Partisi üyesi, sosyalist eğilimleri olan Kuzgun’un düşüncelerinden dolayı eserleri cezalandırılır. Türkiye rölyefi de bundan nasibini alır, 1974 yılında sökülür, belirsiz bir yere sürgüne gönderilir ve 1988 yılına kadar bir depoda bekletilir. Daha sonra hurda olarak satıldığı öğrenilir. 1971 yılında Metalİş Gönen tesisleri için hurda malzemeleriyle yaptığı 13 metrelik rölyef de Türkiye rölyefi gibi cezalandırılır. Sökülüp bir depoya kaldırılır. Bunlar gibi başka çalışmaları da yok edilir. İstanbul Manifaturacılar Çarşısına yerleştirdiği Kuşlar çalışması diğer eserlerine göre daha şanslıdır. Restorasyonu yapıldıktan sonra aynı yerde varlığını sürdürmeye ve kent hafızasındaki yerini korumaya devam eder.
Çok genç yaşta atölyesinde çalışırken merdivenden düşüp beyin kanaması geçirir ve kurtarılamaz.
Üçüncü eşi Fersa Acar, Kuzgun’un bir kuyruklu yıldız gibi insanın hayatına giriverdiğini söyler. O süzülürken kuyruğundan yakalarsanız ne güzel, yoksa geçmiş olsun! Gökyüzünden akıp gider. Kuzgun’u yakalayabilenlere ne mutlu, bizler sadece gökyüzünde bıraktığı ize hayranlıkla bakıp ona sevgilerimizi gönderebiliyoruz.