Tek bir alevinle yakıverdin kırk mumu baba. Tek tek sönecek her biri ama sonuncusu hep benimle kalacak değil mi, o titrek ışığıyla?
Gün ışıyor bak, herkes yorgun düştü ağlamaktan ve uykuda. Ben uyuyamadım. “Eşek kadar kız oldun, ayıp,” derlerdi ama ben karabasanla, uykularımda yanına sığınırdım, bildin mi? Uyuyamadım işte, kim bilir ne zaman tutar uyku? Korkup uyanınca gidilecek bir yer yok artık baksana…
Zaman akmak, yol bitmek bitmek bilmedi baban öldü diye aradıklarından sonra. Halbuki biletim iki gün sonrayaydı. Evin içinde döndüm birkaç tur. Bir bavul mu hazırlamak gerekirdi böyle durumlarda, yoksa evvela bir duş mu almalıydı insan? Gelen giden çok olacak hani, fırsat olmaz diye… Bir acı figan mı kopmalıydı, feryadım camları mı dağıtmalıydı? Önce ojelerimi silmeye çalıştım telefonu kapatınca. “Babasının cenazesine kırmızı boyalı tırnaklarla gelmiş,” derler, büzülmüyor kimsenin ağzı, öğrendik bunu zamanla.
“İnsan eti ağırdır,” derler. Senin tabutun yormaz kimseyi ama. Kuş gibi kaldın son iki yılda, yedi bitirdi bu illet seni. Kendinden başkasına yük olmuyor zaten insanın kalbindeki ağırlıklar da.
Kavuştu mu ruhlarınız ilk sevdiğinle? İnşallah buluşmuşsunuzdur gökyüzünde. Hadi ama utanma! Nasıl da gücenmiştim ilk duyduğumda; “İnsan,” dedim “kavuşamadığı sevgilisinin adını koyar mı hiç kızına?” On yedi yaşımda anladım seni. Koca bir yaz geçmişti hani gözümde yaşlarla. Bir anda yaşlandım sandım ilk aşkım beni bırakıp gidince başka bir kızın yanına. İnsan elbette yeniden seviyordu; kalp bir kas neticede, çalıştıkça, güçlenip yer açılıyordu yeni insanlara. Ama o kilitli sandıktaki de hiç pas tutmuyordu aslında. Anneme de helal olsun ama. Ne yüce kadınmış, kabul edivermiş baksana. Seni anlayabileceği, hiç bilmediğimiz bir hikâyesi vardı belki onun da.
Nasıl oluverdi de birden, hiç fark etmeden düşüverdin sen bu hastalığın pençesine? Biz nasıl görmedik sendeki değişikliği, yavaşça eriyip gidişini? Affet, bakıp görememişiz be baba!
Bir sigara çekti canım. İki yıl evvel olsa bir dal çalardım gömleğinin cebinden sen uyuyunca. Ağlamak istemiyorum arkandan, hep güzel hatırlıyorum ben seni baba.
Hava nemli, basık; tam bir yaz gecesi baktığında. İnsan ölüp gider mi bu havada? Denize girecektik haftaya, konuştuk son telefonda. Belki bir birayı paylaşırız demiştik. Ufak kaçamaklardan bir şey olmazdı nasılsa. İçimin yangını çok büyük, nasıl alışacağım ben şimdi yokluğuna?
Seninle tavla oynadığımız balkondayım şimdi. Kimseyi sokmadım odana. Bir annem yatıyor yatağınızda, uykusunda bile ağlıyor, ona da çok zor be baba. Bir kere incitmedin bunca yıl. Kim bilir belki de en büyük aşkın oydu, fark etmedin ama.
Hafif bir esinti oldu bak; kırmızı salıncağım sallandı. İlkokula başladığım ilk yazdı, karne hediyesi olarak yapmıştın bana. Derme çatma bir şey ama hiç yıkılmadı yıllarca. Bir zinciri koptu az evvel. Onun da mı sızlıyor sol yanı acaba?
Herkes uykuda, nasıl daldılar anlamıyorum, acılar beklemeye alınabiliyor mu ki baba? Yüzüme bir su çarpmaya gittim. Damlatıyor musluğunuz, annem sevmez bu sesi. Aklın kalmasın olur mu? Ben değiştiririm contayı kalabalık dağılınca. Kalem tutmayı da tornavidayı kullanmayı da, her şeyi sen öğrettin bana.
Dakikaları sayıyorum şimdi. Geçen her saniye sana bir veda. Gözlerin, sözlerin, şefkatin ve sevgin hep yanacak olan o son mumun yanında ve aydınlığında.
İşliyor zaman, bileklerim ince, yetmiyor gücüm kadrana hükmetmeye.
Öğle namazını müteakip, indirecekler seni o çukura. Son kürek toprak da atılınca; ellerinde bir pide, bir ayranla dağılacak herkes mezarlıktan.
Bir tek ben kalacağım yanında. Islak toprağını okşayacağım, en sevdiğin şarkıyı mırıldanacağım, geçen hafta cüzdanımı nasıl çaldırdığımı, sıcakların nasıl bunalttığını, ev sahibimin kırdığı cevizleri, yaralı kuşun nasıl iyileştiğini, çayı bir aydır şekersiz içebildiğimi anlatacağım. Hiç aksatmam bilirsin, bu Babalar Günü’nde de seni yalnız bırakmayacağım…