Türkiye’de son günlerde kamuoyunu meşgul eden önemli gündem maddelerinden biri, on iki yıllık zorunlu eğitimin esnetilmesi yönündeki tartışmalar. Eğitim-Bir-Sen, Memur-Sen gibi örgütlerin sunduğu saha araştırmaları ile önerilen “2+2” veya “3+1” gibi modeller, sistemde esneklik ve bireyselleştirme vaadiyle ortaya konuluyor. Ancak bu öneriler, özellikle çocuk hakları alanında çalışan kurumlar, eğitim araştırmacıları ve sivil toplum aktörleri tarafından ciddi şekilde eleştiriliyor.
Eğitim Reformu Girişimi (ERG), yıllardır Türkiye’de daha kapsayıcı, eşitlikçi ve çocuk haklarına dayalı bir eğitim sisteminin geliştirilmesi için veri temelli analizler ve politika önerileri sunan bağımsız bir araştırma platformu. 2024 yılında yayımladığı “Keşif, Gelişim, Katılım: Ortaöğretimin Hak Temelli Dönüşümü İçin Öneriler” başlıklı kapsamlı rapor, yalnızca pedagojik sorunlara değil; aynı zamanda çocukların eğitimden kopmaları durumunda karşı karşıya kalacakları sosyal risklere de dikkat çekti.
Raporda, özellikle eğitimin zorunlu olmaktan çıkarılması veya süresinin azaltılmasının yaratabileceği riskler ayrıntılı biçimde analiz edilmiş. Bu risklerin başında, kız çocuklarının çocuk yaşta, erken ve zorla evlendirilme ihtimalinin artması; çocuk işçiliğine yönlendirilme ve istismara açık hâle gelme yer alıyor. Türkiye’de toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizliklerin hâlen derin seyrettiği düşünüldüğünde, eğitim sisteminde yapılacak her düzenleme, kız çocuklarının varlığını ya güçlendirme ya da görünmezleştirme riski taşır. Bu bağlamda, zorunlu eğitimin esnetilmesi, bazı çocuklar için yalnızca bir hak kaybı değil; aynı zamanda doğrudan hayatlarını etkileyen bir kırılganlık üreticisi şeklinde konumlanıyor.
Türkiye’de eğitim sürekliliğine dair alınacak her kararın, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, yoksulluk ve bölgesel eşitsizliklerle birleştiğinde özellikle kız çocukları için telafisi güç sonuçlar doğurabileceği açık. “Eğitimin zorunlu olmaktan çıkarılması ya da süresinin azaltılması, özellikle kız çocuklar için çocuk yaşta, erken ve zorla evlilik riskini ve çocuk işçiliğini artırabilir.” (Eğitim Reformu Girişimi [ERG], 2024: 31) Bu tespitin altı ne kadar kalın çizilirse, çocuk hakları savunucuları için o kadar kritik bir çağrı anlamı taşır.
Eğitim, yalnızca öğrenme hakkının kullanımı değil; aynı zamanda çocuğun toplum içindeki yerinin tanımlandığı, kamusal alanda görünür olduğu ve korunabildiği bir güvenlik mekanizması. Okulun dışında kalan çocuk, çoğu zaman yalnızca müfredattan değil; aynı zamanda görünürlükten, güvenlikten ve gelişim hakkından da mahrum kalır.
Eğitimin zorunluluğunun esnetilmesi; ilk bakışta bireysel özgürlükler, çeşitlendirilmiş öğrenme yolları ve esneklik gibi söylemlerle meşrulaştırılsa da mevcut toplumsal yapının gerçekleriyle buluşturulduğunda bu uygulamanın yalnızca belli kesimler için hak gerilemesine yol açtığı görülüyor. Bu durum, sosyal adalet ilkesine doğrudan aykırı.
Zira, çocuk yaşta evliliklerin, kayıt dışı istihdamın ve toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılığın hâlâ yüksek oranlarda seyrettiği bir toplumda, örgün eğitimin dışına çıkmak, çoğu zaman bir tercih değil, zorunluluktur. Bu zorunluluk ise çocuğun değil, koşulların dayattığı bir “seçimsizlik”tir.
Bir çocuğun okulda olması; onun sağlık sistemine, psikososyal desteğe, beslenmeye ve en önemlisi toplumsal izlemeye erişiminin devam etmesi anlamına gelir. Bu bağlamda okul yalnızca bir bina değil, bir yaşam hattıdır. Zorunlu eğitimin kaldırılması ya da azaltılması, bu hattın kesilmesi demek.
Eğitim Reformu Girişimi’nin “Keşif, Gelişim, Katılım: Ortaöğretimin Hak Temelli Dönüşümü İçin Öneriler” başlıklı raporunda açıkça belirtildiği üzere; “Eğitim dışında kalan çocuklar korumasız; istismar, ihmal, zorla çalıştırılma ve çeşitli sömürü biçimlerine açık hâle gelebilir.” (ERG, 2024: 31) Bu uyarı, eğitimi yalnızca akademik başarıyla sınırlandıran yaklaşımlara karşı ciddi bir toplumsal uyarı.
Eğitim sisteminde yapılacak her yapısal değişiklik, öncelikle dezavantajlı gruplar üzerindeki etkisi açısından test edilmeli. Kız çocuklarının, yoksul ailelerin, kırsalda yaşayanların, mülteci çocukların ve özel gereksinimli bireylerin sürece katılımı garanti altına alınmadan yapılacak her değişiklik; eğitim sistemini kapsayıcı olmaktan uzaklaştırır.
Zorunlu eğitimin azaltılması, görünüşte nötr bir politika önerisi olsa da pratikte eşitsizlikleri derinleştirici bir etki üretme potansiyeline sahip. Bu nedenle eğitim, yalnızca bir öğrenme hakkı değil; aynı zamanda bir koruma hakkı olarak görülmeli ve bu bakış açısıyla yapılandırılmalı. Çünkü bir çocuğun sınıfta olması, yalnızca geleceğini kurmakla ilgili değil; o an hayatta kalmakla da ilgilidir.
Kaynak:
Eğitim Reformu Girişimi (2024). Keşif, Gelişim, Katılım: Ortaöğretimin Hak Temelli Dönüşümü İçin Öneriler (s. 31–32). İstanbul.