Her şeyi üst üste yerleştirip aralarından sadece küfürleri seçtiğim, belki de cümlelerime serptiğim, tahammül sınırlarında ani bir frenle durmuş gibi geziyorum. Eşyalar, arkadaşlıklar, altı üstü yumaktan bozma adamlar… Hepsi hepi topu bir deste. Tarot destesi gibi karılmıyorlar, aksine yığın yığın duruyorlar. Hepsini bir hışımla toplayıp, renkli beyaz ayırt etmeden çamaşır makinesine atıp hızlı yıkamaya almışım. Hızır Aleyhisselam hâlimi görse “Evladım, biraz otur,” der. Oturmak şöyle dursun, kaykılarak kendime yer açıyorum, kendime rağmen… Yine geldi o iğretilik hissi… Güne giden, bol bilezikleri hamur gibi kollarında tıkıştırılmış, basmadan bozma kıyafetleri olan kadınlar gibi kıyıma sokuldu.
“Eee, ne zaman evlencen?” der gibi konuşuyor benimle. Alnıma vurmaktan üçüncü gözümün nuru soldu. Beş parmak izle geziyorum alnımda. İnsanın kendine olan saygınlığını bitiren o iç sesin, sizlere algısı sakat olmayanını, yani kusur aramayanını diliyorum…
Altmış kuşağının “bazı” temsilcilerinin çocuklarından biri olarak, tombul Efes gibi büyüdüm. Altında dizleri çıkmış, maviliği sönük çizgili pijama; üstünde yırtık pırtık atletin aralarından çıkan çok bilmişlikler eşliğinde fütursuzca söven, döven babaların kızlarıyız biz. Üstüne başına bakmaz, “Okuyun da bi bok olun,” diyen o endamın gölgesini taşır olduk. Karısını içip içip döven babalar, günümüze tombul Efes’i “Karımı dövüyorum,” olarak getirttiler. Geçen bir tekele girdim.
“Abi, sen de karımı dövüyorum birası var mı?”
“Ha ha var, sağda.”
O güzelim kız çocukları, otuzlarına yetersizlik hissiyle girip, şimdilerde yazılarında erkekleri dövüyor. Hayır canım, ben değil, bir arkadaşım…