Yalnızlık, tıpkı “El âlem ne der?” gibi…
Geçmişten bugüne, hakkında konuşulan, yargılanan, yadırganan hatta sorgulanan bir olgudur. Tarihin eski sayfalarına baktığımızda, yalnız kalan kadın çoğu zaman görmezden gelinir ya da cezalandırılırdı. Evlenmeyen kadın “eksik” sayılırdı; dul kalan ise ‘tehlikeli’ bulunurdu.
Kadının tek başına kalması, toplumsal düzen için tehdit olarak görülür; onun yalnızlığına değil, yalnızken ne yapacağına odaklanılırdı.
Kimi zaman satıldı, kimi zaman taşlandı, kimi zaman ise sadece susturuldu. Çünkü yalnızlık, o dönemlerde kadın için ya bir utançtı ya da bir ‘ayıp’ olarak damgalanırdı.
Günümüzde ise farklı bir dile büründü.
Kadın artık yalnız kalmak istediğinde bunu açıkça dile getirebiliyor. Kendi evinde, kendi emeğiyle, kendi kararlarıyla yaşayabiliyor.
Tatile tek başına gidebiliyor, bir kafede yalnız oturabiliyor, gece sinemaya çıkabiliyor.
Ama bu görünür yalnızlık, görünmeyen bir mücadeleyi de beraberinde getiriyor.
“Acaba biri mi terk etti?”
“Yalnız mı kaldı, yalnız mı kalmak istedi?”
“Bu yaşta hâlâ bekâr mı?”
Toplum, hâlâ yalnız kadınları bir yere oturtmak, anlamlandırmak ve etiketlemek istiyor. Kadınlar için yalnızlık, geçmişte ayıplanan, günümüzde ise hâlâ sorgulanan bir hâl.
Yüzyıllar boyunca dışlanma korkusuyla bastırılan bu duygu, ancak kadının kendi kendine cesaretle söyleyebildiği bir kavram olarak kaldı. Çünkü yalnızlık, hâlâ herkesin yüksek sesle konuşabildiği bir konu değil. Hele ki bir kadının yalnızlığı, toplumun zihninde bambaşka anlamlar doğururken…
Çünkü bir kadının kimseye ihtiyaç duymadan yaşaması bazı ezberleri bozar. Yalnızlık, özgürlükle yan yana geldiğinde bazılarını rahatsız eder.
Bugünün kadını yalnızken de güçlü olabilir. Ama bu gücün bedeli vardır: Toplumun merakı, baskısı, önyargısı ve fısıltısı.
Bazen yalnızlık, kadının kendine dönmesi için bir kapıdır. Kendi sesini duyması, kendi hayatını kurması için bir alan açar. Yalnız kalmak, korkulan bir son değil; çoğu zaman bilinçli bir başlangıçtır.
Eskiden de yalnızlık sorgulanırdı, şimdi de bu sorgu devam ediyor. Yalnızlığın adı da, kadına biçilen rol de aslında aynı kaldı… Değişen tek şey, bu yalnızlığın artık bir utanç değil, bir duruş olarak ses bulmaya başlaması; kadının da onu cesurca sahiplenmesi ya da sahiplenmeye çalışması.
Keşke kadınların yalnızlığı bu kadar dillendirilirken, kadınların başarıları da aynı sesle alkışlansa…
Keşke yalnızlığına değil; mutluluğuna, üretimine, kararlılığına ve özgünlüğüne odaklanan bir toplum olabilsek.
Kadını sorgulamak yerine, desteklemeyi öğrensek.