Çarşamba, Mayıs 21, 2025
spot_img

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Terzi

Nermin hanım, iyi niyetli, şefkatli ve bir o kadar da çocuk yürekli bir kadındı. Hayatın ona sunduğu türlü zorluklara rağmen dimdik mücadele eden, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir insandı. Ekonomik bağımsızlığını kazanmak istiyor, özgürlüğün bayrağını yüreğinde saklıyordu. Müfettiş olan eşine hayran olmasına hayrandı ama gelin görün ki artık ondan herhangi bir şey talep edemiyordu. Dolayısıyla terzilik mesleğini icra etmesi icap ediyordu. 

Gelen müşterilerini evinin kapısında güler yüzle karşılıyor, üzerlerine neredeyse boca edercesine tütün kolonyası döküyordu. Bu alışkanlığı, dış dünyanın mikrobundan evini koruma arzusundan doğmuştu. Ne var ki evinin kendi içinde taşıdığı dağınıklığı ve yılların getirdiği yorgunluğu fark etmiyor gibiydi. Biteviye hoş sohbetiyle âdeta zamana anlam katıyordu.

Omuzlarından boyun bağı gibi sarkıttığı sarı mezurasını her iki eliyle bir sağa bir sola gözdağı verircesine çekiştiriyor, içten içe öfke soluyor ama yüzünde sempatik bir tebessümü eksik etmiyor, siyah kalın gözlüklerinin üstünden de tek kaşını yılan gibi kıvrak ve aniden kaldırıyor, birazdan “Sadece boyunuzun değil, ruhunuzun da ölçüsünü alacağım, ona göre haddinizi bilin,” der gibi içe işleyen bir bakış atıyordu…

İlk sözü:

“Ben mahalle terzisi değilim,” oluyordu.

Kim bilir, ne demek istiyordu?

Müşterilerini ise kapıdan içeri girer girmez bir şaşkınlık bekliyordu. 

Çünkü Nermin Hanım, eline geçen her şeyi istifliyor, hiçbir şeyi atmıyor sanki bir çöp evde yaşıyordu. Dolayısıyla evin kokusu alabildiğine tuhaf bir nem ve kendinden taşan bir rutubet barındırıyordu. Dahası dikiş odasından gelen ütünün buharı da havada keskin kavisler çiziyordu.

Avizelerden kurutulmuş güller sarkıtıyordu. 

Bu nedir diye soran olursa da, 

“Necati amcanızın beni istemeye gelirken aldığı buket,” diyordu. 

Yaklaşık kırk yıldır saklıyordu… 

Gönlünde katlanarak artan, yeri dolduramayan, telafi şansı olmayan hazin bir sevgi eksiliği taşıyordu. Yıllar onu çocukluğunda bulamadığı huzurun arayışıyla arafta bırakıyordu. Ve bir odasında boydan boya, matbaa gibi kitaplar yerde birbirleri üzerinde yığınla, sıralı duruyordu. Müşterilerinin ilk düşüncesi ise, “Bu evdeki eşyaları atmak için dört kamyon mu gerekir beş kamyon mu?”  oluyordu. 

Fakat kimse nezaket gereği bunu dillendiremiyordu. 

Gelenlerin oturmak için bir yer bulması kelimenin tam anlamıyla imkânsızdı. 

Her yer toplu iğne, renkli makaralar ve yığınla kumaş parçalarıyla doluydu. 

Tozlar kadar kedi tüyleri de havada uçuşuyordu. Etrafta döküntü o derece fazla ve üst üste konulmuştu ki bu eşyadan kum kalesi gibi duran öbekler arasında dikiş makinesi görünmüyordu. Devasa yığınların arasından aniden yavru bir kedi fırlıyor, masum masum size bakıyordu. Müşteriye eliyle alelacele bir boşluk açıyor oraya oturmaktan başka çare bırakmıyordu.

Odada sürekli,

“Ben küskünüm feleğe 

Düştüm bitmez çileye…” şarkısı çalıyordu… 

Ruhsal bağlamda o kadar incitilmişti ki, adeta kırık cam teorisine gerçeklik kazandırıyordu. 

Derin sohbetlerde evlatlık olarak verildiğini öğreniyordunuz.

“Biyolojik olanları hiçbir zaman affetmeyeceğim,” diyordu.

O derece kederli bir ses tonu ve yürek dağlayan bir yüz ifadesi takınıyordu ki neden diye sormaya insan çekiniyordu. Öz anne babasına kötü bir lakap takmış da hakaret eder gibi dudak bükerek ‘biyolojik olanlar’ demekten çekinmiyordu. 

“Gerçek aile kan değil can bağıyla olur,” sürekli bunu vurguluyordu. 

Emeğe saygı duyuyordu.

İlk okulda kayıt esnasında öğretmeni;

“Babandan izin aldın mı?” diye soruyor, baba sandığı kişi ise karşısındaki koltukta oturuyordu. Nermin Hanım’ın içine bir kurt düşüyor, yanındaki beyefendi her ne kadar babası benim dese de görevliye kaş göz etse de kâr etmiyordu. 

O altı yaşındaki çocuk koşa koşa eve gidiyor, annesi sandığı hanıma gerçeği soruyor, duydukları karşısında hüngür hüngür ağlıyordu. Öyle perişan oluyor öyle bir kedere bürünüyordu ki, “Kuşlar duysa kanadını döker,” o türden bir sızlanışla gözyaşlarını kirpiklerinden akıtıyordu. 

Yüreği kanıyordu… 

Dile kolay, altı yaşında bir çocuk o an yaşadığı travmayı ömür boyu atlatamıyor ve bir gölge gibi yüreğinde taşıyordu. Bundan dolayı olsa gerek eline geçen her şeyin kendisine sevgiyle geldiğini varsayıp onları elden çıkaramıyordu. Sevgi eksikliği insana neler yaptırıyordu. 

Gel zaman git zaman, görücü usulüyle evlenip pırlanta gibi üç çocuk sahibi oluyordu. 

Onlara gözü gibi bakıyor, her türlü desteği vermek için canını dişine takıyordu. 

Üç evlat da bu kadar üstlerine titreyen bir anneye gönül borcu duyuyor, onu mahcup etmemek için sürekli ders çalışıyorlardı. Böylelikle hem bir mimar hem bir endüstri mühendisi hem de bir reklamcı annesi olmaktan dolayı gizliden gizliye gurur duyuyordu. Bu konuda yeri geldiği zaman havasını atmaktan da geri kalmıyordu.

“Ben vatana, millete hayırlı üç evlat yetiştirdim,” diyerek haklı gururunu dile getiriyordu.

Prova esnasında müşteriyi yuvarlak bir tahta kütük üzerine çıkartıyor, güya etek ölçüsü alma bahanesiyle kendi etrafında saatlerce döndürüyor, bu durumdan bunalan olursa da; 

“Dön Mevlânâ Mevlânâ 

Yan Mevlânâ Mevlânâ,” diye ilahiler söylüyordu.

Sesinin tınısı insanı alıp öteki alemlere götürüyor, egzotik diyarların hudutlarında sürüklüyordu. Sanki ezelden ebede bütünün mistik şarkısını söylüyordu. Bu etkiye kapılan kişinin bir semazen misali dönmekten başka çaresi kalmıyordu. “İnsan insanın acısını alır,” diye diye uzun uzun sohbetler ediyor, psikoloğu bedavaya getiriyordu. 

Bir elbiseyi yaklaşık sekiz senede bitiriyor, durmadan provaya çağırıyor, “Ha bugün ha yarın teslim ederim,” diye diye oyalıyor, tek ayağının üzerinde kırk yalan uyduruyordu. Bir defa gelen de nasıl kaçacağını bilemiyordu. 

Her gelene aynı hikâyeden bahsediyor, çocuk istediği zaman bir türbeye gittiğini orada dua edip yakarınca olduğunu anlatıyordu. Adresini soranlara tarif ediyor, inanıp gidenler ise öyle bir yer bulamıyorlardı. 

“Her şey güzel” onun mottosuydu. 

İnsanlara attığı kazıklar da gayet yerinde ve güzeldi doğrusu.

Bunların yanı sıra, bir balkonu vardı ki ömre bedel… Yıllardır saksı saksı çiçeğe emek vermiş neredeyse bir botanik bahçesi oluşturmuştu. Bahçeden de ıhlamurların bahardan kopup gelen kokusuyla yaseminlerin ince serzenişlerini alt notasında saklayan berrak zamk kokusu birbirine karışıyordu. 

Nermin Hanım, tamamladığı her elbiseyi evin kokusundan arındırmak için pahalı parfümler sıkıp öyle teslim ediyordu. Müşteriler, artık modası geçmiş kumaşı içlerinde bir buruklukla teslim alıyor, eve gider gitmez yıkıyor, ancak öyle giyebiliyorlardı. 

Nermin Hanım, müşterilerinin peşini bırakmıyor, onların iade-i ziyaretlerine de gidiyordu. Böylelikle dostluklar sürüp gidiyordu.

Hayat işte kiminin yarasını sarar ahbap olursun,

kiminin gözyaşını siler sırdaş kalırsın.

Tüm mesele iyi bir dinleyici olabilmekte saklıydı.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Eda Büyükçapar
Eda Büyükçapar
Eda Büyükçapar, Yedi Güzel Adam'ın memleketi Kahramanmaraş’ta doğdu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden mezun oldu. Birçok dergi ve kolektif kitaplarda yazıları yayımlandı. Yazı yolculuğuna biraz da bu mecrada devam etmek üzere edebiyat serüveninin heyecan uyandıran sürecine katıldı.

POPÜLER YAZILAR