Çarşamba, Nisan 16, 2025
spot_img

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Dokunuş

Köpük köpük bulutların üstünden yansıyan güneş gözlerini kamaştırdı. 

Aylardır süren uzun toplantılar, en lüks otellerdeki beyaz çarşaflı, konforlu yataklarda uyuma mücadelesi, akşamları farklı ülkelerden gelen mühendisler ve patronlarla yenilen yemeklerden bir an önce kalkma isteği her defasında onda bir an önce yuvaya uçma arzusu uyandırıyordu.

Şu gelişen teknolojide ışınlanma hâlâ icat edilemedi, diye düşündü kendi kendine. Ne yıldızlı restoranlardaki şef garsonların giydiği beyaz eldivenler ne gümüş kapaklı tabaklarda servis edilen telaffuzu zor yemekler ne de büyük metropollerde sokak arkasında gittiği lokal lezzetler… Hiçbiri âdeta damak bağımlısı olduğu Anadolu lezzetine bir an önce kavuşmasının ve yuvaya dönme hevesinin önüne geçemedi.

Ona göre her insanın her evin bir kokusu olduğu gibi ülkelerin ve şehirlerin de kendine has karakteristik kokuları vardı. Uçaktan gözü kapalı inse oranın bir Avrupa şehri, Uzakdoğu ya da Anadolu olup olmadığını rahatlıkla söyleyebilirdi. Bu algıyı duygularla eşleştiren sadece o değildi…  Bağdat’ta doğup bu topraklarda ölen, âlemin manzarasının renklerden olduğu kadar kokulardan örüldüğünü söyleyen Ahmet Haşim, suyun diğer tarafında doğup memleket kokusu aklına gelince ağlamaklı olan Nazım vardı bu duyguyu dizelere döken.   

Safranbolu’daki ahşap konaklar nostalji, Sığacık’taki mavi beyaz kayıklar özgürlük, Çamlıhemşin’in yaylaları emek kokmaz mıydı? 

Yaklaşık dört buçuk saatlik Londra-İstanbul uçuşu rötarla beraber altı saati bulmuştu. İstanbul aktarmalı uçuşla yuvaya dönüşü ise yaklaşık bir buçuk saat sürecekti. Sonrasıysa kara yolculuğu… Üç hafta önce yaptığı denizaşırı yolculuklar bile ona bu kadar uzun gelmemişti. Zaman ne tuhaf bir kavramdı. Kimi zaman bir serap gibi uzak kimi zaman ise şah damarımız kadar yakın. Mekân ve duygulara göre değişiklik gösteren zaman, hastane ve mahpushanedekiler için ufuk kadar uzakken mutlu geçen anlarımız ne kadar kısa, diye geçirdi içinden. Ferhat’ın Şirin’e kavuşma isteği gibi o da külüngü eline alıp kayaların değil ama bulutların böğrüne vurmak istedi. 

Hasret, zamanı öteliyordu hep. 

 “Yiyecek ne alırsınız efendim?”

“Menüde ne var acaba?”

“Kuzu etli hünkârbeğendi veya makarna.”

“En son yedi ay önce yemiştim,” dedi mırıldanarak.

“Efendim?”

Lacivert döpiyesli, ince belli, kömür gözlü, gülümseyince gamzesi görünen hostes, hafif bir türbülansa girince servis arabasını daha sıkı tuttu.

Kaptan pilotun güven veren tok sesi duyuldu. “Sayın yolcularımız, kemerlerinizin bağlı olduğundan lütfen emin olunuz.” 

Birkaç saniye durakladı.

“Ben hünkârbeğendi alayım.”

Her insanın olduğu gibi her yemeğin de bir hikâyesi yok muydu bu topraklarda?  Rivayete göre Sultan Abdülaziz, Napolyon’un eşi Eugenie’e olan umutsuz aşkını ve tutkusunu gösterebilmek için Beylerbeyi sarayında pişirilen onlarca leziz yemek arasından, en son bu enfes lezzeti seçmekle kalmamış; közlenmiş aşkını, közlenmiş patlıcanın ihtişamıyla sergilemişti.

Acaba, her yolculuk da farklı bir hikâye miydi insanların hayatında, diye düşünerek başını koltuğa yasladı. Kader denen kavram da bir çeşit yolculuktu onun için. 1983 yılının kavurucu sıcağında Kurtalan’da koyunları otlatırken trenin gözünün önünde bozulması tüm kaderini iğne oyası gibi örmüştü. O yaz başka kim koyunları idare edebilirdi ki? Annesi beşinci kardeşine gebeyken geride kalan küçük kardeşleri, değil koyunları otlatmak, onları ahırda bile tutamazdı. Tren yolcularının pencereden attıkları plastik çöpler, gazoz şişeleri, izmaritler; kimi zaman rayların yanındaki çakıl taşlarının aralarına giriyor kimi zaman rüzgârla oradan oraya savruluyordu. Her gün otların üstünde trenin uzaktan gelişini zevkle izliyor ve her seferinde dua ediyordu.

“Allah’ım, sen ne istediğimi biliyorsun. Âmin.”

Ve bir gün tren durdu. Gözlerine inanamadı. Her gün önce sesini, sonra önünden geçişini gördüğü tren nihayet bozulmuştu. Çok önceden planlamıştı ne yapacağını. Duran trende sıcaktan bunalıp aşağıya inen yolcuların arasına kaynayıp, boşalan koltuklardan birine bir koşuda gidip oturacaktı. Ne çok hayal etmişti bu ânı. Dakikalarca o ânın tadını çıkardı. Önce camdan el salladı inen yolculara. Sonra koltuklara uzandı. Heyecanlanıp ayaklarını ön koltuğun ayaklığına yetiştirmeye çalıştı. Ne güzeldi tren. Ne güzel olmalıydı yolculuk yapmak. Trenin de bir kokusu vardı. Grileşmiş kadife koltukları okşadı. Bir de elinde gofreti ve gazozu olsaydı keyfine diyecek yoktu. Kondüktörün ayak sesleriyle irkildi. Birden aklına geldi. Koyunları unutmuştu. Bir çırpıda çıkıverdi kompartımandan. Atlayıverdi arka vagonun merdivenlerinden çakıl taşlarının üstüne.

Koyunlar bile sanki o kader gününü önceden biliyorlarmış gibi öylece otluyorladı. Heyecanla o yana koşarken seslendi koyunlara. 

 “Dölek durun bugün şişekler. Dölek durun. Tren bozuldu.”

Otlayan högeçlerden birinin yanında çömelmiş bir adam gördü.

 Sıcaktan bunalan yolculardan biriydi. 

“Adın nedir senin evlat?”

“Yusuf’tur.”

“Kaç yaşındasın Yusuf?”

“Dokuz.”

“Peki söyle bakalım, okula gidiyor musun?”

“Yok. Mezun olmuşum ben.”

 “Ha ilkokulu erken bitirdin yani!”

“He bitirmişim. Adam olmuşum ben artık.”

“Öyle mi? Kim dedi bunu sana?”

“Babam dedi, artık büyük adam olduğumu söyledi. Tam on yedi koyunu güderim ben.”

“Peki madem büyük adamsın bu sorduklarıma cevap verirsin.”

İşte her şey böyle başladı. O gün orada matematikten coğrafyaya, tarihten politikaya kadar sorulan tüm sorulara çocuk doğru cevap verdikçe gözleri şaşkınlıkla açılan adam, aldığı son cevapla o çocuğun kaderini değiştireceğini ve bu yolculuk macerasının bir hayatı değiştireceğini bilemezdi.

 “Peki sana tüm bunları okula devam etmemene rağmen kim öğretti?”

“Kimse öğretmedi ki. Her gün trenden atılan gazeteleri okurum ben.”

“Sayın yolcularımız iniş için alçalmış bulunuyoruz. Lütfen koltuklarınızın dik, kemerlerinizin bağlı ve güneşliklerinizin açık olduğundan emin olun.”

 Anonsla pencereden dışarıya baktı. 

Motorların giderek artan sesiyle koca metal yığını nihayet büyük bir gümbürtüyle yere kondu. 

Yol boyunca yanında oturan genç kızla hiç konuşmamıştı. Ceketini almak için ayağa kalkınca göz göze geldiler. Kız çekinerek sordu.

“Pardon, siz Yusuf Yılmaz değil misiniz?”

“Evet ta kendisiyim,” dedi şaşkınlıkla.

“Nereden bildiniz? Tanışıyor muyuz?”

Genç kız gülümsedi. “Yok, hayır. Ama bir dokunuşla coğrafyanın kader olmadığını gösterdiniz bize.”

Anlayamadı. Nasıl yani, diye soracaktı ki genç kız devam etti.

“Bizim memlekette herkes sizi bilir. Ağabeyim, mahallenin çocukları, sonra kız çocukları… Aldığınız eğitim bursu ve başarı hikayenizle bize ilham verdiniz. Sizin verdiğiniz burs umut oldu gençlere. Ağabeyim mühendis oldu. Şimdi sizin verdiğiniz bursla ben de tıp fakültesinde okuyorum. Teşekkür ederim.”

Koridordaki yolcuların çıkışını engellemek istemedi genç kız. Baş üstündeki dolaptan paltosunu alıp hızlıca uçağın kapısına ilerleyen yolcuların arasına karıştı.

Havalimanı çıkışında uzaktan gördü kızı. Babası olmalıydı. Yaşlıca bir adamla sarılıp arabaya bindiler. Kızın valizini bagaja atıp arabaya atladı yaşlı adam. 

Paltosunun yakalarını kaldırıp arabanın arka kırmızı lambalarının uzaklaşmasını izledi. 

Mutluluğun kokusunu çekti ciğerlerinin içine. Her kış ciğerlerini titreten soğuğu hissetmedi bile. Edip Akbayram’ın şarkısı takıldı diline.

“Çocuklar inanın inanın çocuklar,

Güzel günler göreceğiz güneşli günler.

Motorları maviliklere süreceğiz.

Güzel günler göreceğiz güneşli günler.”

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Atiye Gözde Sıdar
Atiye Gözde Sıdar
1974 Ankara doğumlu. Ankara ve İzmir’de ikamet ediyor. Lisansını Hacettepe İngiliz Dilbiliminde, yüksek lisanslarını Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesinde ve Ufuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde tamamladı. 25 yıllık öğretmenlik hayatında Uluslararası Bakalorya eğitim programında Bilgi Kuramı, Amerikan ve İngiliz edebiyatı dersleri verdi.

POPÜLER YAZILAR