Kahramanlar her zaman destanlardan değil, bazen bir evin mutfağından çıkıverir karşınıza. Defalarca önünden geçip gittiğiniz, sıradan evlerin perdelerinin ardında büyüleyici bir kahraman olmak için kıvılcım bekleyen anneler yaşar. Tıpkı Rabiye Kurnaz gibi.
Bir cumartesi gecesi ritüeli olan sinema seansımı gerçekleştirmek üzere kumandayı elime alıp dijital platformlarda film seçmeye çalışıyorum. İyi bir yapım bulmak zor son günlerde. Ya başkalarından esinlenirken kantarın topuzunu kaçırmış senaristlere ya da kasvetli çekimleri gerçekçi sinemanın olmazsa olmazı sanan yönetmenlere yakalanıyoruz. Dolaşırken bir isim dikkatimi çekiyor: “Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı”
Merakla basıyorum kumandanın butonuna. Başrolde Meltem Kaptan ismini görünce heyecanlanıyorum. Üstlendiği her rolde onunla bütünleşen başarılı oyuncuyu izlerken bir saniye bile sıkılma olasılığımın olmadığını biliyorum. Adile Naşit’in hayatını anlatacak filmin çekimlerine başlanmak üzere olduğunu ve Naşit’i sevgili Meltem Kaptan’ın canlandıracağını öğrendiğim günün akşamı bu filme denk gelmek de hayatın ayrı bir oyunu. Daha ilk dakikalarda karakterler ekrandan taşıp odama giriyor. İzlediğim sahnelerin bir parçası olduğumu hissedecek kadar yakalayan çekimler benim için zor bulunur bir şey. Zevkle bırakıyorum kendimi yedinci sanatın kollarına.
Almanya’da yaşayan gurbetçi bir Türk ailenin senaryonun iskeletinde olduğu filmin giriş sahnesiyle birlikte, aile fertlerinin birbirleriyle konuşurken yer yer Türkçe kelimeler serpiştirilmiş Almanca diyalogları; iki kültürün arasına diken üstü yerleşmiş gurbetçi kesimi sembolize etmesi açısından çok etkileyici. Doğduğu yer ile doğduğu ev arasında yönetilmesi zor bir psikoloji barındıran gurbetçi kavramı, üzerinde günlerce konuşulabilecek katmanlar barındırıyor. Kenarından dokunup geçilemeyecek kadar önemli olan bu konuyu bir başka yazıya saklayarak filme devam etmek istiyorum.
Rabiye Kurnaz’ın senaryo boyunca süren mücadelesi, sıradan görünen bir annenin, çocuğunun hayatı söz konusu olduğunda nasıl olağanüstü bir güce dönüştüğünü sakince ve özenle anlatıyor.
Rabiye, ne eğitimli bir aktivist ne de politik bir figür. Kendi hâlinde bir ev kadını. Ama bir gün, oğlu Murat Kurnaz hiçbir suçlama olmadan Guantanamo’ya kapatıldığında, küçük dünyasına dev bir bomba düşüyor. Bu sarsılmayla birlikte dönüşüm yolculuğu başlarken artık o, oğlunun özgürlüğü için dünyanın öbür ucuna yürümeyi göze alan bir kadına evriliyor.
Film boyunca Rabiye’nin naifliği ile kararlılığı arasındaki o tuhaf ama büyüleyici denge dikkat çekiyor. Almanya’daki evinden çıkıp Amerika’nın sert ve soğuk siyasi atmosferine adım attığında bile, sadece kendi gibi olmakla yetinen kadının başka türlü görünmeye çabalamayan, filtresiz tavrı herkesi bir bir kendisine hayran bırakıyor. Müvekkilliğini neredeyse zorla kabul ettirdiği avukatıyla olan ilişkisi tuhaf ama etkileyici bir iletişim seyri sunarken bize bazı insani dersler de veriyor. Hukuki terimlerden, yasalardan pek de haberi olmayan Rabiye, yalnızca insani içgüdüsüyle, içinde bulunduğu durumun bir adaletsizlik barındırdığını hissediyor. Bir kadın ve anne olarak sahip olduğu vicdanının sağladığı motivasyon, adalet arayışını kamçılıyor. Susturulmuş onca kadının sesi, bastırılmış onca annenin çığlığı birleşip onun içinden dışarı sızmaya başladığında film de sizi gerçek dünyadaki anne figürü üzerinde düşünmeye itiyor.

Rabiye’nin karakteri, klasik “anne” temsillerinin ötesine geçerken yalnızca şefkatli, fedakâr bir anne değil aynı zamanda cesur, inatçı ve sezgileri güçlü bir kahramana dönüşüyor.
Çok konuşuyor, çok soruyor, bazen usandırıyor. Kızıyor, üzülüyor, ağlıyor, sitem ediyor, kırılıyor ama asla pes etmiyor. Elindeki tek silahı olan anneliği ile destansı bir direnişe imza atıyor. Özellikle avukatı Bernhard Docke ile kurduğu ilişki, duygu, mantık ve yaprak sarması bir araya gelirse her işin üstesinden gelinebileceğini başarılı bir şekilde gözler önüne seriyor. Avukatın ofisini elindeki yemek tencereleriyle doldurduğu sahnede ne demek istediğimi anlayacaksınız. Docke, yasaların diliyle konuşurken Rabiye yüreğinin sesine kulak veriyor.
Dünyanın en acımasız hapishanesine düşen çocuğundan tek haber alamadan tam 1786 gün aynı inançla mücadele eden Rabiye’nin direnci filmin atmosferine de yansıyor. Kolaylıkla bir drama dönüşebilecek yapım, onun kimi zaman düşündüklerini pat diye söylemesi sayesinde mizahi bir ton yakalıyor. Kahramanımız, diplomatik kabukları, bürokratik engelleri birer birer yerle yeksan eden inatçı doğallığı sayesinde sesini duyulur hâle getiriyor, aynı durumda olan başkalarının da haykırışı oluyor. Kimsenin karşısında eğilip bükülmeden oğlunun hakkını ararken mutfakta yemek pişiren anneden kurtarıcılığa geçiş yapıyor.
Guantanamo gibi insan haklarının askıya alındığı, hukukun sarsıldığı bir yerde, bir annenin sesi yankılanıyor: “Oğlumu istiyorum.” Bu kadar sade. Bir o kadar güçlü.
Onu izlerken, sıradan görünen kadınların, çocukları söz konusu olduğunda olağanüstü güçlere kavuştuğuna tereddütsüz şekilde ikna oluyorsunuz.
Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı, sadece bir siyasi dava filmi değil, aynı zamanda bir karakter destanı. Gündelik hayatın sessizliğinde kaybolmuş kadınlara dair yazılmış bir isyan. Ve o isyan 1786 günün sonunda anne ve oğlunun kavuşmasıyla son bulurken Rabiye’nin aklında tek bir soru kalıyor: “Çorbayı kaşıkla değil kâseyi kafasına dikerek içti. Acaba tekrar normal yemeye ne zaman başlar?”
Not: Film yaşanmış bir olayı konu alıyor. Son bölümde olayın gerçek kahramanlarını görünce bu defa da filmin oyuncu seçimine şapka çıkarıyor insan. 2022 Berlin Film Festivalinde “En İyi Senaryo” ödülünü alan yapım, Meltem Kaptan’a da “En İyi Oyuncu” ödülünü kazandırdı. Festival komitesinin “En İyi Kadın Oyuncu” ve “En İyi Erkek Oyuncu” oyuncu ödüllerini, cinsiyet ayrımına bir tepki olarak “En İyi Oyuncu” ismiyle vermesine de ayrı bir not düşerek alkışlamak istiyorum.