İlk cümleyi yazmak hep zordur. Bu cümle ile başlamak da işimizi kolaylaştırmaz. Sadece zorluğu erteler. Yazmak üzerine, özellikle şiir yazmak üzerine yazılan onca afili sözden kendime en yakın bulduğum İsmet Özel’in Şiir Okuma Kılavuzu’nda yazdığı şu satırlardır; “Hayvan için çığlık, mırıltı, haykırış, homurtu, inleme neyse insan için de şiir odur. İçinde bir parça mesaj bulunur ama asıl işleyişini sesi çıkaranın ne cins bir mahluk olduğunu hem cinsine ve mümkünse yabancı türlere göstermeliğiyle yerine getirir.”
Gayriihtiyari, kendiliğinden kaçınılmaz olarak çıkan, belki de çıkamayan sesin kelimelere bürünüp tebdil-i kıyafet, önce yazanının sonra da okuyanının karşısına çıkması da denilebilir mi yazma eylemi için?
Neden yazar insan?
Bazen bir soruya yapılabilecek en büyük iyilik onu daha derin bir sorunun içine çekmektir. Allah neden Kur’an-ı Kerimi yazdı/yazdırdı? Tüm manasını taşa, toprağa, insana, hayvana indirebilecekken neden kelimelere tenezzül etti? Madde madde yapmamız ve yapmamamız gerekenleri sıralayabilecekken neden örnekler vererek, muhteşem benzetmelerle, sadece söylemek yerine anlatmayı seçti? Anlatırken kulağa âdeta bir musiki gibi gelen ses uyumları, söyleyişteki estetik ile neyi murat etti? “Gizli bir hazineydim, istedim ki bilineyim,” diyen, zatını yarattıklarında seyreden Yaradan’ın yazması, kendini seyretmenin bir başka şekli olabilir mi? Kıyısı ve dibi olmayan kelamını herkese ve fakat herkesin kabının ölçüsünce ikram etmesindeki hikmet ne ola ki?
Neyse daha fazla haddimizi aşmadan, cevapların peşine düşmeden çıkalım bu soruların içinden. Zira inanmak için cevaplara ihtiyacımız yok bizim.
Okurken yazarı seyrederiz kelimelerde. Ara ara altını çizmek suretiyle kendimiz de sızar okuma seyrüseferimize. Okuduğum kitapları, okumaları için birilerine ödünç verirken tedirginliğim; annemin iddia ettiği gibi “Babaannem kılıklı ve malımın pek kıymetli,” olmasından değil, kendimi açığa vurma korkumdandır. Ha günlüğünüzü vermişsiniz, ha altını üstünü çizdiğiniz, kenarına köşesine yıldızlar, ünlemler, hmmm’lar kondurduğunuz kitabı vermişsiniz, fark yok.
Altı çizilen satırlar davetkâr bir göz kırpmadır, çizeni yazmaya çağırır. Nasıl ki yasaklar için “yapmayın” değil “yaklaşmayın” dendiyse, yazma işi de yaklaşınca geri duramayacağınız bir yasak bahçedir. Sınırı koyan bilir ki yaklaşan aşar.
Yazarken kelimelerde seyrettiğimiz ise, kendimizin bile tanımadığı bir ben’dir ve işte bu yüzden sarsıcıdır yazmak. Kendini aynada ilk kez görmek gibi. Hem tanıdık hem yabancı hem can dostun hem en azılı düşmanın.
Küçükken kardeşimle beraber radyonun başına oturur sesimizi kaydederdik. “Seninle cehennem ödüldür bana, sensiz cennet bile sürgün sayılır,” şarkısı, ardından “Sordum sarı çiçeğe…” ilahisi… Repertuarın tutarsızlığı bir yana, kendi sesimin benden ne kadar uzak olduğunu ilk o zaman fark ettiğimi hatırlıyorum. Kaydettiklerimizi dinlerken “Evet iki farklı ses var, evet biri kardeşiminki de diğeri kim? Ne kadar yabancı,” diye geçirmiştim aklımdan. Sebebini yıllar sonra kendime şöyle açıklayacaktım: Normalde insan kendi sesini hem içerden hem de dışardan duyar. Ses dalgalarının bir kısmı ağızdan çıkıp kulağa giderken bir kısmı da ağızdan girip kulağa gider. İzlediği bu farklı yollar, kendi sesini kayıttan dinlediğindeki şaşkınlığı yaşatır insana. Ses ile ilgili yaptığım bu çıkarsamayı herhangi bir bilimsel araştırmaya dayandıramayacağım, üzgünüm, ama bir gün bununla ilgili bir çalışma görürsem de şaşırmam doğrusu. İşte yazmak kendi ses kaydını dinlemesidir insanın.
Allah dostu bir zat varmış. Müritleri başına toplanır onun tatlı sohbetini dinlerlermiş. Anlatılanlara can kulağını açmış cevval bir delikanlı, gözleri fal taşı gibi, şaşkın, hayran “Hocam böyle bir şeyi ilk kez duyuyorum,” deyince Mürşit aynı şaşkınlıkla; “İnanır mısın, ben de ilk kez duyuyorum,” diye cevap vermiş. Söylediğine/yazdığına bu kadar yabancılaşma, bizim gibilerin haddi değil elbet. Ama yazan her fani, kısmi olarak bu yabancılaşmayı yaşar. Bu yüzden yazdığıma ne kadar şaşırıp, hayret ediyorsam o kadar menzile yakın hissederim kendimi.
Peki insan neden yazmamalı?
Eğer kendinden bu kadar uzağa düşmeyi göze alamıyorsan yazma.
Her yazı nokta ile biter. Sonunda tüm bildiklerini unutup, bir nokta olmayı beceremeyeceksen yazma.
Yazmak kendine yakalanmaktır, kendinden korkuyorsan yazma.
Ama korkmayan da cesur olamaz ki, korkmuyorsan yazma. (Evet bence de çelişkili bir durum ama zaten çelişkilerin yoksa da yazma.)
Yazmak “ağla ağla açılırsın” cinsinden bir dışavurum değildir. Aksine yazdıkça kendi içine doğru katlanırsın, yazmak kendine katlanmaktır, katlanamayacaksan yazma.
Yazmak kaçış, varış, direniş ya da başkaldırı değildir. Olsa olsa “olmak”tır. Var olmak ile yok olmak arasında hiçbir fark olmadığını görmeye dayanamayacaksan yazma.
Dünyaya alışan şiir yazamaz diyor üstat, dünya sana, sen dünyaya alıştıysan boş ver yazma.
Hiçbir şeye üzülmeyecek kadar ümidini kaybedenlerden değilsen yaz, çünkü yazmak ümit var olmaktır, amma ümide ümit bağlanmaz, bilmiyorsan yazma.
Yazmak kelimelerin gördüğü rüyanın tabiridir, hayra yormayacaksan yazma.
“Hiç acıkmadan doymanın tadını alabileceğin, hiç susamadığın hâlde kana kana su içebileceğin yer” tarifi, cennet tarifleri içinde en çok etkilendiğimdir. Yazmak bu tarifin tam tersi bir vatandır ki; yedikçe acıkır, içtikçe susar, sustukça yazarsın. Susamayacaksan yazma.