Çarşamba, Haziran 4, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Susuşunuz Çınlıyor Kulaklarımda

Afrika’ya yapılan her yolculuk kendi içine yapılan bir yolculuktur. Çünkü Afrika sınırlarını başkalarının hoyrat bir cetvelle çizdiği bir kara parçası olmanın ötesinde, yakıcı bir kavramdır.  Ve her “kavram” gibi birden çok kavram ile anlatılmaya çalışılan ve hiçbir zaman tam anlamıyla anlatılamayan müphem bir kavram..içimiz gibi!

Namibya haritada bile yerini bilmediğim bir ülkeydi. Ta ki “Dünya’daki Mars” diyerek birbirimizi coşturduğumuz bir arkadaş grubunda gidelim mi, gidelim diyene kadar.

Uzun bir yolculuğun ardından Juhannesburg’a indik. Daha ilk bakışta Güney Afrika’nın, Afrika kavramının bambaşka bir boyutu olduğunu anlıyorsunuz. Ekonomik, sosyal, kültürel olarak Orta ve Kuzey Afrika’dan çok farklı. Beyazların pek de sempatik karşılanmadığı hatırlatılıyor rehberimiz tarafından ve otelemize geçtikten sonra akşam tek başımıza dışarı çıkmamamız gerektiği tavsiye ediliyor. “Beyaz adam” tarafından yıllarca sömürülen yerli halk öfkesini, aslında doğrudan bu sömürüden sorumlu olmayan kişilerden çıkarıyor. Gerçi bir yerde birileri sömürülüyorsa sömüren kadar buna seyirci kalan herkes bir miktar sorumlu ve orası da ayrı ve uzun başka bir konu.

Mandela’yı ziyaret edip asıl hedefimiz olan Namibya’ya uçuyoruz. Başkenti Windhoek. İngilizce-Afrikanca karışımı bir kelime olan Windhoek rüzgarlı köşe anlamına geliyor. Şehirde aklımda yer eden pek bir şey yok. Çünkü daha gitmeden nereleri en çok seveceğimi biliyordum ve onlara kavuşmak için sabırsızlanıyorum. Neyi seveceğimize tam olarak ne zaman karar veriyoruz acaba? Sevdik zannettiğimiz anda değil.. o kesin. Ama ne zaman?

Sevmeye önceden karar verdiğim yerlerden ilki Sandwich Harbour; bir yanım Atlas Okyanusu diğer yanım Namib Çölü ve ben ikisi arasında arafta asılı kalmış gibiyim. Üstünde tek bir ot bitmeyen kum tepelerinin okyanusa doğru uzandığı, okyanusun dalga dalga çölün kıvrımlarına doğru sokulduğu inanılmaz bir coğrafya. Etrafta tek bir yerleşim yok. 1930’lara kadar bir liman olarak kullanılmış ancak çölden kopan kumullar bu körfezi gemilerin artık giremeyeceği kadar sığ hale getirince okyanus çölün insafına, çöl okyanusun merhametine kalmış.

Ayaklarım çöl kumlarına batmışken ve boylu boyunca kumlara uzanıp bitimsiz gökyüzüne bakarken aklım çalkalanıyor yine. Çöl ile okyanusun ruberu geldiği ama birinin diğerine galebe çalmadığı yer Dünya. Her zerrenin özünde varolanı, ezelde alıp kabul ettiğini getirip ortaya koyduğu yer Dünya. Çölden köpürmesi, okyanustan tozuması beklenir mi? Çöl okyanusa bu ne sululuk, okyanus çöle bu ne kuruluk diyebilir mi? Çöle de Eyvallah, okyanusa da Eyvallah. Çağlayana da dağlayana da eyvallah… diyor kendi köşkünden kendi çalkantılı akıl denizine bakan kaptanım.

Peki nasıl oluyor da suyun yanında bunca kuraklık, kuraklığın yanında bunca derya var olabiliyor? Su buharlaşmıyor mu? Buharlaşan su soğuk hava kütlesiyle yoğuşup yağmur olarak düşmüyor ve kuru toprağı yeşertmiyor mu? Hayır su buharlaşamıyor. Çünkü o kadar yüksek bir basınç var ki su buharı basıncı atmosfer basıncını aşıp buhar fazına geçemiyor. Yüksek basınçlı soğuk hava dalgası yağış oluşumuna izin vermiyor. Okyanusun kenarındasınız ama dudaklarınız, ellerinizin üstü çatlıyor kuruluktan, kuraklıktan. Hava vücüdunuzdaki nemi de alıp okyanusa mı çöle mi olduğu bilinmez yerlere karışıyor.

Peki sömürenleri değişse de yıllarca sömürgeliği baki olan bu toprakları böyle cazip kılan ne?

Nerede bir zulüm, talan, yıkım varsa bil ki orada bir hazine vardır.

Buraların hazinesi ne?

Değerli madenler!  Bunlardan bir tanesinin adı Pietersite taşı. Bulan kişinin adını vermişler taşa. Taşın diğer bir adı ise fırtına taşı. Fırtına kelimesinin “Fortuna” kökünden geldiğini biliyor muydunuz? Fortuna Yunan mitolojisinde şans, talih tanrıçasına verilen isim. İngilizcede Fortune ise servet, zenginlik demek. Fırtınalar esip savurup önüne çıkan ne varsa yıkarak belki de talihimize yol açıyor, talihimizde olanların gelebilmesi için eskileri silip süpürüyor. Fırtınalara bir de bu gözle bakabiliriz. Sadece Namib çölünden çıkıyor bu fırtına taşı. Taşın üstündeki desenleri görünce gözlerime inanamıyorum. Sarı/kahve tonlarının içine karışmış mavi, derin mavi renklere karışmış kahve tonları ile adeta çöl ile okyanusu bağrında buluşturmuş bu taş. Zaten taş dediğimiz suyu hapsetmiş toprak değil midir? Fırtına taşı ayrı gibi gördüklerimizin aslında bir olduğunu, ayrılığın zihnimizdeki bir illüzyon olduğunu hatırlatıyor. Bağrına taş bastığında insan belki de bilinç altında bu bilgi ile avunuyordur. Taştaki birliği, hafızayı toprak ile suyun iç içe geçmişliğini hatırlamak için basıyordur bağrına. Çünkü en büyük acılar ayrı düşmüşlüğün verdiği acılardır.  Ve bu dayanılmaz acının çığlılarını taştaki sükunet ile bastırıyordur belki de insan bağrına taş basarak kim bilir.

Fırtına taşı bölgedeki diğer değerli madenlerin yanında en masumu.

Sıkı durun!

Namibya dünyada bilinen en zengin deniz elmas kaynağına sahip; orange nehrinin taşıdığı alüvyonca zengin deniz tabanında 80 milyon karattan fazla rezerv olduğu tahmin ediliyor. Alman şirketler geliştirdikleri teknoloji ile okyanus tabanından 90-150 m derinliğe kadar iniyor ve bu elmasları çıkarıyor on yıllar boyunca. 1990’da Namibya,Güney Afrika’dan ayrılıp bağımsızlığını (!) ilan ediyor ve 1994 yılında yerel madencilik şirketini kurduktan sonra şimdilerde Almanlarla ortak çıkardıkları elmasları ihraç ediyorlar.

Hayat işte..

Beyaz adam siyah adamın ülkesindeki kaynakları sömürüp sonrasında siyah adama madenlerinde iş vererek, uluslararası örgütler siyah adamlara yardım! dağıtarak kendini aklıyor.. Namibya Cumhuriyeti, Güney Afrika Cumhuriyeti’nden bağımsızlığını ilan ediyor ama dünya devlerine bağlanmaktan kaçamıyor…

Twyfelfontain’deki çöl fillerini görmeye adeta devasa bir maden ocağından geçer gibi gidiyoruz. Etraf kayalık, taş ve bir süre sonra ağaçlar başlıyor ve işte tam orada bir fil aiesi salına salına dolaşıyor. Filler nedense bende hep bilgeliği çağrıştırıyor. Ağır ağır hareket etmelerinden mi, bulundukları hal içine sakin ve kendinden emin bir şekilde yerleşmelerinden mi? Yoksa güçlü hafızaları ile geçmişi kayıt altına aldıklarından mı bilmiyorum.

Twyfelfontain aynı zamanda dünya mirasları listesinde yer alan ve Afrika’daki en eski kaya sanatı örneklerinin bulunduğu yer. Sanat deniyor ama aslında 6000 yıl boyunca bu bölgede yaşayan avcı-toplayıcı gruplar bu çizimleri eğitim, iletişim ve eğlence gibi bir çok amaç için kullanmışlar. Örneğin bir hayvan nasıl avlanır, su kaynaklarının konumları, hangi yırtıcı hayvanlar hangi bölgede bulunur ve bunlardan nasıl korunulur? Sorularının cevaplarını taşa kazımışlar. Kimisi denizaşırı gittiği yerde gördüğü canlıları çizmiş. O zamanın Insta’sı gibi düşünebilriz 🙂 Hatta bir çizimde zürafanın hareket halindeki her pozisyonunu çizmişler kayaya. Hızlı oynatılsa hareket ortaya çıkacak. O zamanın Reels’ı diyebiliriz, şaka gibi. Yani 6000 yıl sonra sanat dediğimiz şeyler o zamanın hayatta kalma çabasından başka bir şey değil. Sanat zaten hayatta kalma çabasından başka ne ki?

Sanat demişken; yine daha görmeden sevdiğim ve gördüğümde sevmekte ne kadar haklı olduğumu anladığım yer; Dead Vlei. Çölün ortasında açık hava sanat galerisi.

“We don’t know what we don’t know” neyi bilmediğimizi bilmiyoruz diye çevrilecek bu ifadenin de vücut bulmuş hali.

600 yıl önce öldükleri söylenen akasya ağaçlarının iskeletlerinin bulunduğu mistik, egzotik bir yer.  Bilmediğimizden bile haberimizin olmadığı alemlere açılan bir kapıdan geçer gibi varıyoruz Dead Vlei’ye. Çürümeden ölmek mümkün diyor sanki ölü ağaçlar hepsi bir ağızdan. Ölmek lafzını bambaşka bir anlamda kullanarak. Her kelime bir hikaye anlatır, çoğunlukla bizim ona anlattığımız hikayeyi, nadiren de kendi hakikatini. Kendi hakikatini anlatması için onu ilk kez görüyormuşçasına bakmamız gerek hayret ve hayranlıkla. Ve kendimizi çekip aradan ona sadece ses vermeliyiz söz yerine. O zaman bizim sesimizden onun hakikati zuhur eder. Burada ölüm kelimesi bizim ona anlattığımız hikayeyi reddediyor zarafetle ve sükunetle. Ezeli ve ebedi hayat gibi gülümsüyor aydınlık yüzüyle..

Kumullar arasında tabanı kilden bir vadi olan Dead Vlei kelime anlamı olarak ölü bataklık demek.  Kumulların su kaynaklarının önünü kesmesi ve sonrasında gelen yoğun ve uzun kuraklık sonucu ağaçlar adeta mumyalanmış gibi kalmış. Dalları kavurucu güneşten kararmış, kurumuş ancak hala dimdik duruyorlar. Ve her biri bir sanatçının elinden çıkmış enstalasyonlar gibi. Her biri  “sanatçı acaba burada neyi anlatmak istedi” diye düşündürüyor insanı. Birinin önünde dakikalarca kaldıktan sonra hemen diğeri çağırıyor dikkatini. Belli ki bir şey söylemek istiyor sana. Böyle bir coğrafyada dikkat kılıç kadar kalkan kadar önemli. Kılıç kalkan kullanmayı öğrenmekten daha elzem dikkati öğrenmek. En iyi öğretmeni de acı! Ancak canı yanan, hem de hiç beklemediği bir yerden canı yananlar bir şeye dikkatlice bakmayı öğrenirler. Çünkü o anda, hiç bitmeyecek gibi gelen o anda  etrafındaki her şeye öyle dikkatlice bakarsın ki.. bir medet ummadır aslında dikkat. Bir çare aramanın, hayatta kalmanın  en ilkel yoludur dikkat. O yüzden dikkat edenlere  bir daha bakın. Dikkatlerinin acıdan, korkudan ve hayattan mürekkep bir iksir olduğunu göreceksiniz, dikkat ederseniz..

Ve bugün bile Deadvlei’yi düşündüğümde Sartre’den şu söz geliyor aklıma; “Susuşunuz çınlıyor kulaklarımda..”

Kendini bağımsız zanneden kölelerin, suyun yanında ama suya hasret kumulların, ölmeden önce ölmüş o ağaçların susuşları çınlıyor kulaklarımda…

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Dilek Altay
Dilek Altay
İlk şiirini ilkokul öğretmenine yazdığından beri ara vermeden yazmaya devam ediyor. Kimya Mühendisliği okudu. İstanbul’u, kimyayı ve yazmayı aşkla seviyor. Birinci vazifemizin bu olağanüstü kâinata şahitlik etmek olduğuna inanıyor. Yazılarını da bu şahitliğe şahitlik etsinler diye yazıyor.

POPÜLER YAZILAR