Pazartesi, Haziran 30, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Lucas’ın Yeri

Hafif kirli gözüken pencereye adeta yüzümü dayayarak ve gözlerimi kısarak, bir şey bulma umuduyla dikkatlice baktım. Geldiğim yerin burası olduğuna tam emin değildim ama verilen adresi iyice kontrol ettiğimde Türk mahallesine yakındı lokanta. Önünde bordo kiremitlerle yükselen bir binanın karşısında, soğan ve bira kokularının yayıldığı ara sokaktaki bir Türk lokantasının camına yüzünü dayayıp, birisi var mı diye dikkatle inceleyen benim haricimdeki tek tük insanlar, umursamadan yanımdan geçiyorlardı. Lokantanın içi loştu. Mutfak olduğunu anladığım, masaların sonundaki holden zayıf bir ışık geliyordu. Biraz geri çekildim, bir daha yüzümü cama yaklaştırdım. Cama hafifçe tıkladım, duyulmadı. Bu sefer biraz daha sert vurdum pencereye. Ayak sesleri ile birlikte sarışın tıknaz bir adam -belli ki yemek pişiriyordu- elini pislenmiş önlüğüne silerek kapıya yaklaştı ve Almanca söylenerek, biraz da sinirlenerek kapıyı açtı. Anladığım kadarıyla, lokantanın kapalı olduğunu ve akşam vakti açılacağını söyledi. Adamı dinlerken başımı içeriye doğru uzattım. Sandalyeler dağınık yerleşmiş, keskin kokular etrafa yayılmış. Mutfak tarafı diye düşündüğüm yerden erkek seslerinin geldiğini işittim. Adam benim halen, ısrarla orada durmama biraz sinirlenmiş olsa gerek, anlamadığımı da düşünerek açılma kapanma vakitlerinin yazdığı tabelayı parmağıyla işaret etti, kabaca ve hızla kapıyı kapattı. Arada tabelaya bakarak, cebimdeki kağıtta yazan adresi tekrar kontrol ettim. Doğruluğuna emin olduktan sonra, geriye doğru bakarak bu kokulu sokaktan ana caddeye doğru yürümeye başladım. Düsseldorf’ta bir Alman adamın işlettiği, Türklerin çalıştığı, birahane ile lokanta arası bir yer demişlerdi. Babamın orada olduğunu söylemişlerdi. Birileri… O biri başka birine, başka birisi diğerine yönlendirmişti beni yaklaşık iki yıldır bitip tükenmeyen arayışımda. Sonunda, burada böyle birinin çalıştığını öğrendim. ‘Böyle birisi’ dediler bana. Böyle birisi mi? Yani babam, sadece benim babam ‘böyle birisi’ dedikleri.

“Devrim Hanım yine de emin değiliz ama umarım yanlış yere gitmezsiniz.” 

Ne önemi vardı ki? Yıllarca doğru yerde durdum da ne oldu ki? Elimde kocaman bir hiç! En azından artık hareket edip şu cümleyi kurma cesaretini gösterebilmiştim: “Ben babamı arıyorum.” Yanlış yer olsa ne çıkar sanki, hiçlikten biraz daha onurlu bir durumdur bence, durmak yerine harekete geçmek.  Dönüp tekrar baktım. Sararmış biraz da paslanmış büyük harflerle yazıyordu kağıttaki adres.

LUCAS- TURKISH BBQ

Hızlıca yürümeye başladım ara sokaklarda. Sonunda ana caddeye ulaştım. İçimde bir sıkıntı oluştu. Sanki babamı değil de, asıl o yeri bulamazsam ne olur diye… Şehri kuşatan kalelere ulaşmak, şehri kazanmaktan daha önemliydi sanki benim için. Artık kuşatmıştım, kuşatılmıştım hatta. Cebimden hem siyah-beyaz resmi çıkardım hem de tekrar adresi iyice ezberledim, kâğıdı kaybedecekmişim gibi. Lucas’ın yeri, babamın da kendisi miydi acaba? Bunu öğrenmek için daha en az üç saatim vardı. Bir kafeye girip beklemeye başladım Lucas’ın açılma saatini. Gürültülü ve bira kokulu bu kafede çat pat öğrendiğim Almanca ile bir kahve istedim. Dağılan saçımın örgüsünü çözüp düzelttim. Çantamdaki küçük aynada, hafif yaptığım makyajıma baktım. Fena gözükmedim gözüme. Sadece göz altlarım biraz çökmüştü yorgunluktan. Çantama koyduğum fotoğrafı tekrar çıkardım masanın üstüne. Herhalde on yaşında falandım. Babamın kucağında oturuyorum. Kahverengi kareli, ikili koltuktayız. Ben yanağından öpüyorum onu. O da kollarını bana sarmış…

Tüm hayatım boyunca elimde olan tek anı. Sanki kalbimin ağrıyan yerini gösterebilirim gibi, canımın acıdığı yere gitti elim. Bu kahverengi koltuk tek paylaştığımız, birlikte olduğumuzu hatırladığım tek yerdi ya da. Babam kaybolduktan sonra, o koltuk da kayboldu, aynı halılarımızın, radyomuzun, giysilerimizin kaybolduğu gibi. Daha doğrusu annemin ailesine yavaş yavaş taşınmamız gibi. Babamı beklerken, onunla birlikte silinen tüm eşyalarımız gibi, evimizi dağıttık. İltica etmiş -dedeme göre bir serseri- babam gibi, artık evimiz de, eşyalarımız da hükümsüzdü. Yavaş yavaş oldu her şey. Kazına kazına beynimize, işleye işleye içimize. “Serseri” damgalı babam, annem tarafından da kayıplara karışmıştı zihninde. Pencere kenarında beklemeleri azaldı. Akreple yelkovanın birbirine bağlı hareket etmelerinin takibi azaldı. Yüzü iyice asıldı ve dedemin talimatı üzerine evde babamdan bahsetmek tamamen yasaklandı. Biriktirdiği yasaklı kitaplarının sobaya annem tarafından tek tek atılmasını seyrederken yükselen alev, beni ısıtacağına içimi daha da soğutmuştu o anda. Sadece orada ağladığımı hatırlıyorum. Sonra her şey gibi bu da yasaklandı evde. Sokaklar yasaktı, duvar yazıları yasaktı, şiir okumak bile yasaktı. Bazen babam rüyalarıma gelirdi. Annemin fırlatıp attığı o eski yüzlü koltukta, resimdeki gibi, onunla oturur, biraz tütün biraz da sabun kokan yanağını yine öpmeye çalışırdım. Yasak babam orada bile hızlıca kaybolur, sabah uyandığımda kokusunu yanımdaymış gibi duyardım. 

Saate baktım, ne kadar da ağır ilerliyordu. Sanki emindim onun Lucas’ın yanında çalıştığından. Daha az önce, ne yapalım en azından arıyorum, diye düşünüyordum ama vakit yaklaştıkça orasının doğru yer olmama ihtimali göğsümü sıkıştırıyordu. Aynı, okul zamanlarımda sınıf arkadaşlarımın “Baban yurtdışına kaçmış, duvarlara yazı yazıyormuş,” dediklerinde göğsümün sıkıştığı gibi. O zamanlar arkadaşlarını ihbar etmeyip kaçmayı başaran bir devrimci miydi yoksa dedemlerin ve çevremizin gözünde annemin yüzünü kızartan, kurallara karşı gelen, serserinin teki miydi? Bunu çocuk yaşımda bilemiyordum ama bir daha dönmeyecek olmasının kabulü çok zamanımı almıştı. Tüm çocukluğum yarı utanç, yarı merak, yarı babamın gerçekliğini ayırt etmeye çalışmakla geçti. 

Yüreğimde sıkıntı ve heyecanla vaktin geldiğine şükredip kafeden çıktım ve belirsizliğe doğru sokakları adımlamaya başladım. Ne kadar çabuk gidebilirsem ona o kadar çabuk kavuşacakmışım gibi adımlarımı büyük atıyordum. Sonunda Lucas’ın kirli sarı tabelasının önünde durdum. Dükkân daha bir toparlanmış, camlar silinmiş, içerisi net gözüküyordu şimdi. Kapıyı açmışlardı artık. İçeride birkaç adam oturup çene çalıyordu gürültülü bir şekilde. Mutfak tarafından köfte ve soğan kokuları geliyordu. Mutfağa yakın bir masaya iliştim yavaşça. Sandalyem sallanır gibi geldi, deprem mi oluyor acaba diye düşündüm. Sonradan anladım ki kalbim o kadar yüksek atıyordu ki bedenim ve kafam sanki gümbürdüyordu. Öğlen, beni kapalı diye uyaran adam geldi yanıma sipariş almak için. Bir kahve söyledim Almanca, tuhaf bir şekilde suratıma baktı, “Tamam,” deyip gitti. Elinde kahveyle geldiğinde kağıda yazdığım soruyu Almanca okudum ona.

“Burada Bahri diye birisi çalışıyor mu? Görüşmek istiyorum,” dedim, dilimin döndüğü kabalıkla.

Hiçbir şey demeden mutfak tarafına yöneldi. Karaltılar halinde, iki üç adamın elini kolunu sallayarak konuştuğunu gördüm. Ne kadar vakit geçti aradan bilemiyorum. Elli beş, altmış yaşlarında pis sakallı, kara iri gözlü, ince dudaklı, saçları kırlaşmış, yorgun yüzlü bir adam yanıma doğru mimiksiz ve duygusuz bir şekilde yaklaştı. Tek örgü yaptığım saçımın ucuna doladım parmaklarımı. Ufak ufak saçlarımın uçlarını koparıyordum. “Kuaföre gidip kırıklarımı aldırmam lâzım Türkiye’ye dönünce,” diye düşündüm. Sonra, bu durumda nasıl böyle bir şeyi düşündüğüme de hayret ettim. Tüm bedenim, kalbimin gürültüsünden sallanıyordu sanki. Adam iyice yaklaştı bana. Gerçekten, önce kaçıp ülkeye dönmek istedim, saçlarımı da kestirirdim, ne işim vardı Almanya’da? Tam karşımda durdu, mimiksiz yüzü ve ışıksız gözleriyle. Almanca bir şeyler söyledi ama kulaklarım uğulduyor, hiçbir şey duymuyordum. Burnuma bildiğim tütün ve sabun kokusu çarptı. Başım döndü birden. Adamın gözleri daha derin baktı, sanki bir ışık yandı ama hemen söndü. Oturmasını rica ettim. Türk olduğumu anlayınca oturmadı, “Beni sormuşsunuz,” dedi. Çantamdan ikimizin resmini çıkarıp masaya koydum. Donmuş gibi durdu fotoğrafa bakarken. Zaman durdu, adamların gürültüsü durdu. Yemek kokuları bile silindi burnumdan. Sabun ve tütün kokusu her yeri sardı sanki. İkimiz kaldık sadece bu koca evrende. Başını kaldırdı, ağlamaya başladı. Ağlamaya başladık. “Devrim… kızım,” dedi sadece ikimizin duyabileceği boğuk bir sesle. Sarıldığımızda gerçeklik kollarıma dolanmış, ne utanç ne mahcubiyet ne de yargılama kalmıştı zihnimde. Tek bildiğim Lucas’ın Yeri’nin artık cennetim olduğu idi.    

Şehnaz Orhan
Şehnaz Orhan
1971 Bursa doğumlu. Uludağ Üniversitesi İİBF İşletme mezunu. İşletme, Psikolojik Danışmanlık yüksek lisansı yaptıktan sonra ICF onaylı Koçluk eğitimi aldı. Halen Anadolu Üniversitesi öğrencisi. Patoloji Laboratuvarında yöneticilik yapıyor, dergilere ve kolektif kitaplara öyküler yazmaya devam ediyor.

POPÜLER YAZILAR