Mutfakta bulaşıkları dizerken, Livaneli’nin radyodaki hüzün dolu sesi kulaklarımda tınlıyor;
“Saat dört yoksun…”
Ben de yok olmak istiyorum. Ama bu yokluk, parmaklarımın ılık tabaklara dokunuşu kadar uzak değil; zaman hızlı akıyor ve ben varlığımla yokluğumun incecik çizgisinde, dengede durmaya çalışıyorum. Aslında yokluktan kastımın “kendimle olmam” demek olduğunu düşünüyorum. Duvardaki saate takılıyor gözlerim, dörde on var. Gülümsüyorum kendime. Bu bir tesadüf mü? Belki de zamanın bana fısıldadığı, kendi içine çekilip kaybolmanın, aslında kendinle olmanın küçük, sessiz bir daveti. O an ruhum bir parça çığlık atarken sessizliğin içinde mutfağın ortasında kayboluyor, kendi yokluğumun içinde kendimle var oluyorum.
Gün, gürültüler ve koşuşturmalar arasında boğulurken ben, sessizce kahvem elimde salonda buluyorum kendimi. En azından “bir saat” yok olsun görevlerimin(!) arasından. O bir saat boyunca yalnız ben, kitaplarım, çayım, kahvem… “Kendimle sohbet eden bir dostluğun içinde yok olsam fena mı olur?” diyen sesime, bir başka ses “Yemek yapacaktın, geç kalacaksın,” diye karşılık veriyor hemen. Susturuyorum o sesi, “Yokum,” diyorum saat dörtte. Bahçedeki havuzdan gelen çocuk çığlıklarının sesi ne kadar karmaşıksa içim de o kadar dingin ve ıssızlaşıyor birden. Koskoca(!) bir saatim var artık. Müziği açıp dans etmek geliyor içimden. Bir film izlemek geçiyor sonra aklımdan. Ama illa bir şey yapmak mı lazım? Yooo; kalbimin ritmini dinlemek bile yeterli. Öyle bir saat geçiriyorum ki zamanın yükü ufalıyor omuzlarımda. Ve o küçücük bir saat, hayatın gürültüsünde saklanan derin bir huzur bırakıyor ruhuma. Karar veriyorum o günden sonra saat dörtte yok olmaya…
Ertesi sabah, içimde bir sevinçle uyanıyorum. Öyle durup dururken değil, içime yerleşmiş, usul usul büyüyen bir heyecan bu. Gözlerimi açar açmaz ses başlıyor konuşmaya, “Kalk Ayla… Bitir şu işleri, yemeği de koy ocağa. Bugün kendinle randevun var.”
Zıpkın gibi kalkıyorum yataktan. Sanki vücudumun bildiği bir sır var da bana henüz anlatmamış. Koşuyorum oraya buraya; çamaşır, bulaşık, akşam yemeği… Hepsini hallediyorum, hem de güle oynaya. Ne bu telaş, bu sevinç, bu acele? Cevabımı verirken kendime gülüyorum, hem de sesli.
Saatim geliyor ve alıyorum Ayla’yı karşıma.
“Ne istersin bugün?”
“Valla şöyle güzel bir macera filmi iyi giderdi.”
“Aaa tabii,” deyip hemen açıyorum bir film, istediği gibi. Bol köpüklü cappuccinosunualıp uzanıyor koltuğuna. Bir saati geçirse de gam yok tasa yok, işleri bitmiş zaten; bakıyor keyfine.
“Oooh be dünya varmış.”
Böyle anlatınca sanki hiç meşgalem yok gibi durdu değil mi? Oysa bir zamanlar ben de öyle sanmıştım. Çocuklar büyüyünce, iş güç sahibi olunca, eşimde sabahın köründe evden çıkınca, ben de emekli olunca… Sandım ki nihayet tüm zaman benim olacak. Kendime ait saatlerim olacak, kimseye hesap vermeden, acele etmeden, kimseye görünmeden yaşayacağım.
Ama öyle olmadı.
Evde kaldıkça bir boşluğun değil, bir tamamlayıcılık görevinin içine düştüm. Sanki her eksik kalanı ben tam etmeliyim. Yan sitedeki annem, kardeşim, yeğenlerim… Her biri zamanımdan bir parça alıp götürür oldu. Gülümseyerek, nezaketle ama hep bir alışkanlıkla.
“Teyzeeee, bakıcı yok bugün, Ada’ya sen baksan olur mu?”
“Tabii canım.”
“Kızım,” diyor telefonda annem, sesi biraz mahcup ama bir o kadar da kesin, “yarın günüm var, yardıma gelsen… Hıı olmaz mı?”
“Tabii annecim.”
Eşim kapıdan sesleniyor.
“Aylaaa bugün şöyle bir mantı açıversen, ne zamandır canım istiyor… Hem nasılsa evdesin ya, tüm gün senin.”
Oğlum geliyor, “Anne, şu sunum notlarımı geçiriver bilgisayara. Bütün gün boşsun ya sen…”
Kızım, “Anne hazır evdesin, şu yazlıkları çıkarıversen, benim zamanım yok.”
Ve ben herkese “Tabii,” diyen, “Olur,” diyen, “Senin için yaparım,” diyen o kadın oluyorum. Yardımcı. Destek. Tamamlayıcı.
Ama kendi zamanım? O bir yerlerde kırıntı gibi dökülüyor. Çayım soğuyor, kitabımın arasına ayraç koyacak vaktim bile kalmıyor. Dans etmeyi çok severdim ben. Müzik çalsın diye düğmeye basacak elim, hep başkalarının yükünü taşıyor. İçimden geçiyor bazen, “Ben ofiste çalışırken daha az yoruluyordum sanki.” Şimdi herkesin zamanı var gibi görünen bu emeklilikte, bir tek benim zamanım başkalarına ait.
Ama artık bilsinler ki benim de kendime ait bir zamanım olacak. Hem bir saat de neymiş öyle? Dörtten sonra yokum artık… Hatta şunu ben üç yapayım… Evet, evet… Hatta iki…
Yaşasın! Öyle ya da böyle, sonunda herkes öğrenmeye başladı. Ayla saat dörtten sonra yok. Bildiğin yok. Arasan bulamazsın, seslensen duymaz. Çünkü o bir saat, sonraları saatlere evrildi. Bu öyle bir alışkanlık oldu ki artık öğleden sonraya tekabül ediyor. Günün yarısı biter bitmez, içimde bir boşluk açılıyor ama hüzünlü bir boşluk değil bu. Ferah, geniş, içinden rüzgâr geçen bir vadi gibi. Kendimi dışarılara atıyorum artık. Geziyorum, tozuyorum, ne istersem onu yapıyorum. Bir çiçekçiye giriyorum, sonra denize bakan bir bankta oturuyorum. Bazen sadece yürümek istiyorum, kimseye bir şey demeden yürümek…
Hafta sonları ev cümbür cemaatse de değişmiyorum. O saatte yokum. Üstüme gelmesinler diye, yemek yapmak tek vazifem, o da öğlene kadar her ne şekilde yetişirse artık.
Bir gün, gün batımında evin önündeki parkta yürüyüş yaparken, sitemizin kapısının yanındaki kuru temizlemecinin kapatıldığına şahit oluyorum. Camlarında beyaz kağıtlar, sandalyeler üst üste. O an içimden bir ses, “Hadi Ayla al şurayı sen. Aç bir kafe. Hem işin olur hem oyalanırsın. Belki de işlerin iyi gider, kazancınla ek tatiller bile yaparsın” dedi. Baktım, hesap kitap uygun. Hem sitenin önünden geçen komşular, tanıdık, eş dost görse beni içinde yeter. Gelirler bir çay, bir kahve; yuvarlanır giderim.
Çok değil bir iki aya giriyorum bu işe. Koskoca bir tabela asıyorum: “Saat Dört Kafesi.”
Camına da yazıyorum iri harflerle: “Tüm kadınlara saat dörtte çay müesseseden.” O kadar tutuyor ki bu proje, ben bile şaşıyorum. Kadınlar geliyor; biri kitabını getiriyor, biri örgüsünü. Biri diz üstü bilgisayarını açıyor, yazıyor. Biri sadece susuyor ama orada olmak ona yetiyor. Sessizliğimiz bile yan yana durmaya alışıyor.
Ama sonrasında tanıdıklarımın bakışları değişiyor, hiç umursamıyorum. Çocuklar, “Ayla Teyze annemizi çalıyor,” diyor. Eşler çocuklarla zaman geçirmekten şikayetçi; “Akşam akşam nereye böyle?” diyorlar. Kapıda da “çocuksuz” yazısı sinirlerini bozuyor iyice. Hem bir saatle sınırlı da kalınmıyor hiçbir zaman. O saatler altılara, yedilere uzuyor .
Artık dörtte, bizim hanımlar bende. Kendi zamanlarının, kendi sohbetlerinin, kendi hayatlarının orta yerinde. O tek saat bizim için bir mekâna dönüşüyor. Bir kahkaha, bir sır, bir omuz başı…
Ben miyim hâlâ herkesin tamamlayıcısı?
Belki evet ama artık önce kendi eksiklerimi tamamlamak vazifem.