Önüm, arkam, sağım, solum duvar.
Yataktan kalkarken kafamı ördüğüm duvarlara güm diye çarpıyorum. O ses kafamın içinde çınlıyor ve ben uyandığımı anlıyorum.
“Önüne baksana geri zekalı!”
Yine, o hayattan bezmiş kadının sesini duyuyorum. Japonların özür dilerken otuz kere eğilmesi gibi eğilip kalkıyorum, kafam güzel oluyor. Benim kafam hep güzel işte. Çok isterdim, kendimi salonda bırakıp uyuyabilmeyi ya da kendimi bir yerlerde park edebilmeyi.
“Sen burda kal, işim bitince geleceğim.”
Kim istemez ki? İlla birileri ister diye düşünüyorum. Sizi zorlayan nice olay geçmiştir başınızdan, onları zırh gibi giyinmeye başlarsınız farkında olmadan. En ufak bir tetiklenmede, “Bum!”
Zırh parlatılır, kuşanılır. Tak! İlk kurşunu sıktınız. Artık gerçek bir çarpıcı yalnızlık ortaya çıkmıştır. Sonra baş başa kalırsınız kendinizle. Aynaya bakmak istemez, ne yediğinize ne içtiğinize dikkat etmeden yatağa geçersiniz. Bir ağırlık vardır sırtta. Omuzlar öyle bir düşmüştür ki ağırlıktan anlayamazsınız. Günün yorucu geçtiğine kendinizi inandırırsınız. Güzel, yalancılık da başlamıştır. Bu, günden güne tekrar ettikçe ağırlık artar, yerçekimi kuvvetini yitirir ve insan, olmayacak bir yerde sıkışır. Bastırılmış duygular… İnsan en büyük özlemi kendisine çeker. Hiç sağınıza, solunuza bakmayın. Doğrudan gözlerinize bakın.
Duvarlarına her gün kafa atan kadından size birkaç satır getirdim:
Solmuş ışığın,
Nicedir kutsar kesik köklerini.
Aldanma zırhına,
Belki de yarın yoksun.