“Hiçbir cevaba tahammülü olmayan bir soruyum. Ancak daha büyük bir soru ile diner sancım,” diyor Afrika âdeta.
Uganda ise bu coğrafyanın en yaban yerlerinden biri. Yaban’a gitmek yaban tarafımızı keşfetmek gibi. Yani kültürden, rollerden bağımsız benliğimizi. Tüm örtülerimiz kaldırıldığında altından çıkacak cedvaptan en çok korktuğumuz ama asla kaçamayacağımız bir soru. Evcilleşmemiş yanımız kırk kat örtünün altından bile kendini hissettirir. Öyle bir hissettirir ki… “Ey örtüsüne bürünen! Çağrısıyla seni büründüğün örtüden, çekildiğin kabuktan, inzivadan, tüm korkularından çekip çıkarır. Kalk ve insanları hakikate çağır,” der. Böylece artık örtüye bürünmenin, uyumanın, rahat etmenin zamanının geçtiğini; uyanmanın, görünmenin, ilahi hakikatleri açıklamanın, zahmetleri çekmenin zamanının geldiğini haber verir. Bir yanınla Hakk’tan ilham alırken diğer yanınla Halk’a eğilmenin gerilimi arasında kalmanın meşakkatine razı olmayı gerektirir bu çağrıya kulak vermek. Batı’nın göz kamaştırıcı zenginliklerinin, medeniyetinin (!) bu toprakları sömürerek var olduğunu haykırmak geliyor içimden.
Afrika, örtülere bürünmüş vicdanımızı, ruhumuzun ilahi olan parçasını hatırlatıyor bana. Uganda’da imkân imkânsızlıkların içine gizlenmiş; yokluk, varlığın cılız bir kanıtı gibi orta yerde öylece durup gözlerinizin içine bakıyor.
İlk bakışta bu haksızlık karşısında öfkeniz bir ateş gibi önce karnınızda sonra boğazınızda yükseliyor. Nabzınız kulaklarınızda atmaya başlıyor; âdeta oksijenin yetersiz olduğu zirvelere tırmanmışsınız gibi. “Nasıl olabilir,” diyorsunuz, Dünya’nın bir yanı zevk-u sefa içindeyken, obezite bir hastalık olup haksızlığın öcünü alır gibi refahlarını gölgelemişken, burada insanların bir deri bir kemik kaldıklarını, yetersiz beslenme nedeniyle karınları balon gibi şişmiş çocukları görmek Haklı ve Haksız dilemmasını perçinliyor.
Herkes biraz haksız kendi hakkını savunurken ve herkes sonuna kadar haklı ötekinin hakkını savunurken. Kendi hakkının/haklılığının peşine düşene hep gölge düşüyor ama tüm varlığıyla inanarak bir başkasının haksızlığa uğramasına karşı durana vakar, haşmet ve heybet düşüyor. Peki kendi hakkımızı savunmayacak mıyız? Sen önce ötekinin hakkını savunacaksın ki tüm hakların sahibi olan El-Hak da senin yerine, senin hakkını savunsun. İşte bu coğrafya da haklarının başkaları tarafından savunulmasına muhtaç bir coğrafya. Peki ya asıl muhtaç olan bizsek? Belki de biz onların hakkını savunmaya muhtacız. İnsanlığımızı, vicdanımızı, şefkatimizi koruyabilmek için. Kimsenin kendi hakkını savunmak zorunda kalmayacağı dünyalar hayal ediyorum bir köy yolunda arabamızın önüne çıkan çocuklara şeker, çikolata dağıtırken. Küçücük çocukların şekerleri aldıktan sonra önümüzde reverans yapmaları, içimdeki yaban hayvanları dürtüyor sanki. Bu çocuklar neden ve kimden öğrendi reverans yapmayı? Kraliçenin bembeyaz elbisesiyle kuşlara yem atar gibi şekerleri savurup, çocukların yerlerden bu şekerleri toplarken olan görüntüleri geliyor aklıma. Kaç kuşak geçti halbuki üstünden ama ezen ile ezilen arasındaki ilişki genetik bir miras gibi aktarılıyor nesiller boyu.
Siz de yapar mıydınız?
Çocukken bir kelimeyi defalarca arka arkaya söyleyip kelimenin anlamının kaymasına kahkahalarla gülerdik. Sandık sandık sandık sandıksandıksandık dıksandıksan dıksan… dıksan’ın anlamsızlığı kelimeyi arka arkaya söyledikçe dilimizin dolaşması çok eğlendirirdi bizi.
Şimdilerde yetişkenler de benzer bir oyun oynuyor! Kelimeler, kavramlar ardı ardına tekrarlanıyor, ta ki ters yüz olup tanınmayacak hale gelene kadar.
Tekrarlandıkça hırpalanan ve mana yükünü taşımaz hale gelen kelimeler kendilerine yüklenen manaları atıveriyorlar sırtlarından hem binicisinden hem eyerinden sıkılıp bşrini bir yanına ötekini diğer yanına savuran at gibi. Binicisiz binekler gibi manasından silkinmiş kelimeler geziyor dillerde başıboş.
Kelimeleri yeniden ikna etmeliyiz mana yükünü taşımaya. Nasıl ikna edersin birini ağır bir yükü taşımaya? Yükün kıymetini anlatarak. Gel kelimelerimize mananın kıymetini anlatalım, başıboş kelimeleri, manaları ile yeniden buluşturalım. Yoksa, Orwell’in 1984 kitabında anlattığı gibi, kelimeler manalarını yitirmekle kalmaz tam zıddına dönüşür. Neydi romanda geçen sloganlar?
“Savaş barıştır.
Özgürlük köleliktir.
Bilgisizlik kuvvettir.”
Hiçbir şey sandığımız gibi kalmaz. Sandıklarımız artık sandığımız olmaktan çıkar. Sandıklarımızı güzel, naif, zarif, akil, adil olanlarla doldurmak gerekliliğini yüzümüze çarpıyor Uganda. Köleliğin zihinlerdeki örüntülerinin hala canlı olduğunu hatırlatıyor.
İnsanları her ne kadar kontrol altına alınmaya çalışıldıysa da doğası zincire vurulamıyor. Dünyanın en uzun nehri Nil bu topraklarda doğuyor.
Tarihçi Heredot, Mısır için “Nil’in bir armağanıdır,” der. Nil Nehri olmasaydı eğer bugün Mısır diye bir yer olur muydu acaba? Her tarafı çöl olan bu kadim topraklar Nil Nehri ile hayat bulmasaydı, ne Firavunlar olurdu ne göz kamaştıran Mısır medeniyeti ne de hâlâ gizemi çözülemeyen Piramitler.
Nehirlerin nasıl doğduğuna, haritalarda gördüğümüz kıvrıla kıvrıla giden mavi çizgilerin en uzununun doğumuna şahitlik edeceğiz. Viktorya Gölü, Nil’in annesi. Kenya, Tanzanya ve Uganda’ya sınırı olan, dünyanın ikinci büyük tatlı su gölü. Küçük bir tekne ve rehberimizle göle açılıyoruz. Dingin sakin sulardan geçiyoruz. Hiç de birazdan doğum yapacak gibi görünmüyor. Ama biraz ilerde rehberin işaret ettiği yöne doğru bakınca su kabarcıklarını, âdeta kaynayan bir su gibi fokurdayan suyu görüyoruz. İşte bu doğum anı. Yer altı suları ile göl suyunun birleştiği ve artık havzasına sığmayan suyun Nil olup akmaya karar verdiği yer. Her an yeniden doğuyor Nil. Bir parçasını durgun sudan bir parçasını yeraltından çıkıp gelmiş akan sudan alan Nil, bir yanı sakin, bir yanı hırçın akıyor. Çok badireler atlatmış ama yolundan da dönmemişlere özgü bir vakarla akıyor. Bu seyahatin belki de en çok etkilendiğim yerinden, aklımda bir sürü çağrışımlarla ayrılıyorum. Mesela Afrika’nın göbeğindeki bu gölün adı neden Viktorya? Nedenini biliyor olmam kabul ettiğim anlamına gelmiyor. Dönüş yolunda gerçek adı ‘Nam Lolwe’ ile sesleniyorum yani sonsuz göl hoşça kal.
Şu satırlar düşüyor zihnime, belki de kalbime, bir dua gibi:
Sürülmeden bereketlenmez toprak,
Sürgün vermeden çiçeklenmez dal,
Sadece ötekiler sürülür yurdundan sanıyorsun.
Hepimiz kendi hayatlarımıza sürgünüz.
Sürgünümüz çiçek açsın.