Yakın çevrem ve dostlarım “Nasıl unuttun? Ne olur bir daha anlat şu hikâyeyi?” diye üstelediler. Kadın arkadaşlarımın kahkahaları sofrayı sarsarken erkekler önce güldü, sonra boğazlarını temizleyip sessizliğe gömüldüler. Ortamın neşesine katkım büyüktü ama ben de farkındaydım ben de bir anormallik olduğunun.
Tamam tamam! Lise yıllarımda sabah okula giderken üniformamı bulamamam, kot pantolonla gitttiğim için Pır Pır Remzi’nin beni eve geri göndermesi, lise sonda Kıtır’da kokoreç yerken bütün senenin ders notlarını masada bırakmam, en yakın arkadaşımın düğününde takacağım altını, son dakika değiştirdiğim çantamda unutmam… Evet, hafif çaplı felaketler!
Bizimkiler gençlik dönemimde bir gün kendimi unutacağımı çokça söyledi. Arkamı da az toplamadılar. Ama asla unutmadıklarım da vardı. Pasaportumu, kredi kartımı, anahtarlarımı nereye koyduğumu hatırlayamazken Nazım’ın Rubaileri, Orhan Veli’nin martıları, Cemal Süreya’nın sözcükleri hep aklımdaydı. Zihnimde Jimi Hendrix gitarını ağlatır, Pat Benatar “Love is a battlefield” diye bağırır, Gregor Samsa sabah sabah dev böceğe dönüşürdü.
Üniversite yıllarında aşk girdikten sonra kafa da tam bir leylaydı ama kayıplar daha masumdu. Sonra tertip ve düzen takıntılı biriyle evlendim. Bir süre sonra ben, ondan da takıntılı oldum. Sanki önceki hayatımda dalgın ve aklı bir karış havada olan Zeynep gitmiş, iş hayatı ve çocukların doğumuyla, yerine planlı, organize bir başka Zeynep gelmişti.
Ancak geçen hafta ne olduysa, eski Zeynep tekrar hortlayıverdi. Arkadaşlarım bunu kesinlikle yazmamı istediler. Eh madem talep var, ben de arz edeyim:
Herşey bir sabah alarm çalmasıyla başlamıştı aslında.
Akın benden önce uyanmış. Bugün yolcu. İnsan uyandırmaz mı karısını önceden? Banyoda duşun sesi. Ozan bağırıyor; “Anneee, öğretmen el işi kağıdı istedi!” Bir hışım kalkıyorum. Dün iş çıkışı kırtasiyeden aldığım kağıtları çantasına yerleştiriyorum.
Duru odasından sesleniyor. “Anne, omlet yapar mısın? Süt istemiyorum!”
Bir yandan buzdolabından malzemeleri çıkarırken kulağım Akın’ın duştan çıkıp çıkmadığında. Bir an önce duşa girip saçlarımı kurutmalıyım. Bugün mühim gün. Genel Müdüre sunum stresi… Ozan’ın beslenme çantasına salatalık, peynirli sandviç, muz. Duru’ya meyve ve peynir yemediği için ceviz ve hindi fümeli ekmek. Kahvaltı da hazır.
Kahvem? Hay Allah! Makine yine “Önce temizle beni,” diyor. Saat kaç? Servis geldi!
Akın’dan rica ediyorum. Ne olur ben duştayken kahve olayını sen çöz.
“Acelem var, sen halledersin hayatım,” diyor. “Akşam beni havalimanına bırakır mısın?”
“Annemi ararım, gelir çocukların başına. Hallederiz,” diyorum.
Duştan çıktığımda altıma külodumu geçirip üstüme beyaz gömleğimi giyiyorum. Siyah naylon çorabım elimde. Çocuklar çıksın, boncuk gibi olacağım.
Kahvaltıları bitti, dişler fırçalandı. Hadi artık çıkın evden. Servis geldi. Karşı komşu altımı çıplak görmesin diye, dış kapıdan belimi uzatıp bacaklarımı saklıyorum kapının arkasına. Ozan asansörden geri çıkıyor. “Anne çantam!” diyor. Elimdeki siyah naylon külotlu çorabı daha sonra almak üzere Ozan’ın omuzuna asıyorum. Koşarak çantasını getiriyorum. Şu omuza çapraz asılanlardan. Şimdi çekeceğim çorabımı askının altından. “Anne, resim dosyamı masamda unuttum.” Bir koşu odasına girip alıyorum. Servis şoförü kornaya basınca, “Koşun,” diye bağırıyorum. Çok şükür. Gittiler. Mutfak camından önce Duru’nun servise binişini izliyorum. El sallaşıyoruz. Ozan ise … Ozan. Ozannnnnn! Çorabım omuzunda sallanıyor. Ayak kısımları bir sağa bir sola sallanırken Ozan servise biniveriyor. Eyvah! Çorap gitti. Tamam çekmecemde var bir sürü. Çocuk okula bununla gidecek. Ne yapsam? Servis şoförü. Neydi adı? Tamer Bey. Yok o değil. Selim miydi? Yok o önceki! Muhammed Bey… Evet Muhammed Bey. Cep telefonum nerede? Çaldırıyorum şoförü. “Şey Muhammed Bey. Ben Zeynep. Ozan’la Duru’nun annesi. Nasıl söylesem bilemedim. Ben biraz önce Ozan’ın omzuna bir şey koymuştum da, acaba onu yardımcı abla alıp çantasına koyabilir mi?”
Muhammed Bey’in ne diyeceğini dinlemeden telefonu kapatıyorum. Rezillik. Rezil oldum. Nasıl bir şapşalım ben!
Bir çırpıda çekmeceme koşuyorum. İşte bu. Yok bu eteğimin altına kalın kaçar. Bu nasıl? Hay Allah. Bu çorap kaçmış. Açılmamış bir Marks and Spencer paketinden çekiyorum yeni çorabı. Siyah ütülü eteğim de hazır. Saat kaç? Flash disk… Sunum dosyası… Stilettolarımı giyip çekiyorum kapıyı. Arabanın anahtarı. Hay akılsız başım. Geri girip alıyorum aynalı dresuvarın üstünden.
Yolda radyoyu açıyorum. Döviz yükselmiş. Hisse senetleri taban. Siyasetçilerden anektodlar. Bağıran bir adam. Kapatıyorum hemen. Müzik? Yok dinleyemeyeceğim. Annem. Eyvah annemi aramadım! Çaldırıyorum telefonunu kırmızı ışıkta.
“Anne, günaydın. Çocuklarla kalır mısın bu akşam? Akşam yedide Akın’ı havalimanına götüreceğim. Evet evet. Frankfurt’a gidiyor yine.”
Beyefendi niye kornaya basıyorsunuz? Kırmızı! Mal mısınız? “Anne sana demedim.” Telefonu kapatmıyor. Penceredeki çiçeğinin solduğundan, Ayten Teyze’nin ona dün çaya geldiğinden, cep telefonunda whatsappta nasıl mesaj göndereceğini bilemediğinden bahsedip duruyor. “Anne,” diyorum, “Hallederiz!”
Nihayet sonlandırabiliyorum yirmidakikalık sohbeti.
Toplantıda sunum nefis geçiyor. Tüm harcamalar, beklentiler, öngörüler soruluyor. Geçtiğimiz ayın hedefi tahminin çok üzerinde tutmuş. Tebrikler, teşekkürler. Tüm gün toplantılarla devam ediyor. Keyifler on numara! Şu stilettolar olmasa! Masanın altında çaktırmadan bir çıkarsam fark eden olur mu? Yok Zeyno. Dayan. Karizmayı çizme.
İş çıkışı Ozan’la Duru’yu alıp antrenmana götürüyorum. Onları bir saat arabada sessizlikte beklemek iyi gelecek. Sadece sessizlik istiyorum. Şu park yerinde. Hah işte. Muhteşem bir boş yer. Çocuklar spor çantalarıyla inip koşuveriyorlar salona. Başımı arkaya yaslıyorum ki arabanın camı tıklatılıyor. Hanzade Hanım paltosu ve atkısına sarınmış.
“İyi akşamlar, Zeynep Hanım. Kusura bakmayın, salonda durmak istemedim. Buz gibi. Arabam da bugün yok. Rahatsız olmazsanız ben de arabanın içinde sizinle otursam?”
“Ay ne demek. Tabii buyrun buyrun Hanzade Hanım.”
Yan koltuğa geçiyor. Nasılsınız, iyi misiniz ile başlayan muhabbeti yaptığı diyetler, eşinin annesinin dırdırı, geçen yıl gittikleri Paris tatiliyle devam ettiriyor. Kafamı sallıyorum çokça. “Öyle değil mi?” ile biten sorularına “Tabii tabii, haklısınız,” gibi kısa cevaplarla onay veriyorum. Bir saat geçmiş. Çocukların teker teker çıkışından anlıyorum antrenmanın bittiğini. Teşekkür edip beni bir gün kahveye çağırıyor. “Yok almıyım ben,” diyemediğimden “İnşallah, inşallah sağolun hallederiz,” diye vedalaşıyorum. Çocuklar biniyor arabaya. Leş gibiler. Okulun kokusu, salonun ter kokusu sinmiş üstlerine.
Yolda anlatıp duruyorlar. Kapıya bırakıyorum onları. Anneanneniz evde. “Önce banyo sonra ödev,” diye bağırıyorum arkalarından.
Akın’ı arıyorum. “Aşağıdayım bekliyorum.”
Akın sanki sabahki gibi. İşten gelince duşunu almış. Mis gibi parfüm kokuları. Tam jilet. Bavulunu ve gamboçunu bagaja yerleştiriyor. Arabaya binince tüm gün ne kadar yoğun olduğunu, işyerindeki toplantıları, aksilikleri anlatıyor. “Yetişir miyiz havalimanına?”
“Oo çok rahat. Çevre yolundan basarız. Bir benzin alalım da.”
Havalimanına on kilometre kala sağdaki benzincide duruyorum. Depo dolarken cüzdanından sadece kredi kartını alıp ödemeye gidiyor.
Veli toplantısı yarın mıydı? Duru ıslak saçla mı yattı yine? Flash diskimi nereye koydum ben? Ofisteki bilgisayarıma mı taktım? Doldu mu? Depo tam doldu. Yok yok camları silmenize gerek yok. Teşekkürleeer!
Çıktım yola. Bir dinginlik, bir sessizlik. Radyo kapalı. Önümde ilerleyen kırmızı ışıklar. Yol boş Oh mis. Bir iyi hissediyorum ki. Terapi gibi. Ne oldu da ben bu kadar iyiyim? Dakikalarca araba kullandım. Son içtiğim yorgunluk kahvesi demek ki iyi geldi.
Polis noktasında yavaşlayıp kasislerden yavaşca geçiyorum. Karşımda kocaman tabelayı görüyorum. Esenboğa Havalimanı. İşte geldiiiiik. Tam zamanında. Dış hatların önünde duruyorum.
Başımı yan koltuğa çeviriyorum.
Akın? Akın yok.
Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Sırtımdan bir ter boşalıyor. Vitesin boşluğunda çalan bir telefon. Akın’ın telefonu. Hiç bilmediğim bir numara. Açıyorum. “Zeynep, benzincinin telefonundan arıyorum. Neredesin sen?”