Çarşamba, Nisan 23, 2025
spot_img

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Pembe Şehir Jaipur

Okuduğumuz bütün kitaplara, izlediğimiz bütün filmlere daha önce okuduklarımız ve izlediklerimizin izleri ile aslında hazırlık yaparız. Seyahatlerimizin her biri de bir sonrakinin hazırlığıdır. Hindistan’a gitmeden önce hepimizin bu türden hazırlıkları vardı. Dezenfektanlarımız, galoşlarımız, ıslak mendil ve maskelerimiz de hazırlığımızın fiziki kısmını oluşturuyordu. Ve fakat hazırlıklı olmak başka, hazır olmak başkaydı. Yollarda inekleri göreceğimizi biliyorduk ama sağlı sollu dükkanların bulunduğu daracık bir sokakta kocaman bir inekle burun buruna gelmek, dükkânın birinin ortasına öylece yatmış inekten dolayı içeri girememek başkaydı. Çok korna çaldıklarını duymuştuk ama sinyal, selektör yerine hatta çoğu zaman sebepsizce korna çaldıklarını, hiçbir trafik kuralının işlemediği ama o karmaşanın kendisinin bir düzen (!) olduğunu görmek farklıydı. “Ölüleri yakıyorlar” cümlesini bir kitapta okumak, bir belgeselde izlemek ile sarı, turuncu parlak kumaşa sarılmış, üstü çiçeklerle bezenmiş ölü bir bedenin önce Ganj’ın suyuna batırılıp sonra yanan odunların  üstüne sedye ile yerleştirildiğini, daha kısa sürede yansın diye çırağ tozu serpildiğini, yanmış kafatası ve ayakları görmek, dumanın burnunuza getirdiği kokuyu duymak farklıydı. Hele bir de bu manzara ile biraz ileride kriket oynayan çocukların neşesinin oluşturduğu ironi tam da Hindistan’ı tanımlıyordu. Kriket, İngiliz sömürüsünün gözle görülür en masum göstergesiydi. Pembe Şehir Jaipur, Dünyanın yedi harikasından birine, Taj Mahal’e ev sahipliği yapan Agra, “Orayı görmeden Hindistan’ı görmüş olmazsınız,” dedikleri, Hinduların Mekke’si Varanasi ve eskisi yenisi ile Delhi. Her şeyin zıddıyla yan yana iç içe olduğu Hindistan, nam-ı diğer Incredible India…

Jaipur, Racastan eyaletinin başkenti olan şehir pembe renkli binaları nedeniyle Pembe Şehir olarak da anılıyor. 1853 yılında İngiliz prensi Prens Albert’in ziyareti öncesi karşılama için bütün binalar pembeye boyanmış ve günümüze kadar da bu otantikliği korumuş.

Jaipur’un simgelerinden Hava Mahal, üzerindeki pirinç fırdöndüler nedeniyle Rüzgâr Sarayı olarak  adlandırılıyor. 1000 adet penceresi var ve bu pencereler aralarından gözlerin baktığı gizemli bir peçe gibi. Rivayete göre kıskanç Mihrace’nin haremdeki kadınların dışarıdan görünmeden dışarıyı seyredebilmeleri için kum taşından yaptırdığı bu saray, önden bakıldığında beş katlı görünse de arkada sadece iki katı var. Hava Mahal’in fotoğrafını çekebilmek için önce yolun karşısına geçip kadraja bütün azameti, gizemi sığdırmaya çalışıyoruz. Ama fotoğrafçılık da avcılık gibi. İlk atışlarda ıskalayabiliyorsunuz. Nasıl köpek balığı avının etrafında bir tam tur atmadan saldırıya geçmiyorsa, biz de “konu”nun etrafında bir tur atıyor, karşı binanın terasını gözümüze kestiriyoruz. Rica minnet insanlardan izin alıp terastan basıyoruz deklanşörlere, buradan ıskalamak imkânsız. 

Şehrin kurucusu Jai Singh astroloji ile yakından ilgilenmiş. Hatta astronom kişiliği savaşçı kişiliğinin önüne geçmiş. Şehre Jantar Mantar adlı bir gözlemevi yaptırmış. İlk bakışta  modern sanat akımının örneklerinin sergilendiği bir açık hava müzesine benzese de buradaki her yapının özel bir amacı var. Bu yapılar aracılığı ile yıldızların konumları, yükseklikleri ile güneş tutulmalarının tarihi hesaplanabiliyor. Buradaki en ilginç yapı ise 30 metre yüksekliğindeki güneş saati. Bu saatin gölgesi saatte 4 metre yol alarak Jaipur’un yerel saatini yarım dakikaya varan hassasiyette verebilmekte. Tabii güneş olmadığı zaman saati nasıl biliyorlar gibi bir soruyla rehberin devrelerini karıştırmıyoruz. Güneş tepemizde mimari çekimlerimiz devam ediyor. Sert ışıkta gölge ve aydınlık arasındaki keskin fark çekimleri epey zorlaştırıyor. 

Binbir Gece Masalları’na konu olmuş böyle masalsı bir şehir kalesiz olur mu? Olmaz. Amber Kalesi Moğol İmparatorluğu’nun görkeminin ve gücünün göstergesi gibi. 1648 yılında Şah Cihan döneminde tamamlanan kale, Baharat Yolu ve İpek Yolu ticaretinin yönetildiği yer. Kaleye sabahın ilk ışıklarında fillerle çıkıyoruz. Tüm kaleler gibi hâkim bir tepeye, kayaların üzerine adeta kondurulmuş. Teraslarından herhangi birinden bakıldığında küçük Moatha Gölü ve ortasındaki bahçe manzarası görünmekte. Fil sırtında kaleye ulaşmak için ağır ağır yol alırken kendimizi on altıncı yüzyılda hissediyoruz. Seyahatimiz birden zamanda yolculuk halini alıyor. 

Kaleyi adım adım gezerken rengarenk portreler, göz alıcı mimari detaylar, bir de afacan maymunlar bize eşlik ediyor. Maymunların fotoğrafını çekerken öyle hallere giriyoruz ki maymunlar aramızda hiç yabancılık çekmiyor.

Kale aynı zamanda Mihrace’nin sarayı. Aynalı tavanlar, fildişi ve sandal ağacından oyma işleri, duvardan akarak gelen ve bahçeye ulaşan su yolu ile zevk-i sefanın, ihtişamın, görkemin vücut bulmuş hali. Göz çağıran onca güzellikle mest olmuşken kaleden aşağı yürürken cüzzamlı yaşlı bir kadının dilenişi, açlıktan mı hastalıktan mı bilinmez kemik torbasına dönmüş köpekler, yarı baygın yılanları oynatarak geçimini sağlayanlar duygudan duyguya hızla savrulmamıza sebep oluyor.

Jaipur her haliyle şaşırtmaya devam ediyor. Galwar Bagh; Maymun Tapınağı. Maymun, Hindistan’da inek, fil ve fare gibi kutsallık atfedilen hayvanlardan biri. Tapınak doğanın içine gizlenmiş, hapsolmuş gibi. Her köşede maymunlar cirit atıyor. Hindular için bu maymunları beslemek bir çeşit ibadet. Maymunların keyfi yerinde görünüyor, hatta insanlardan daha iyi durumdalar. Tapınağın en ilginç ve etkileyici yanı kuşkusuz kutsal su havuzları. En tepedeki havuzda sadece maymunlar bulunuyor, insanların girmesi yasak. Diğer havuzlara insanlar girebiliyor. Suyun akış yönüne göre en önde erkekler onların arkasında kadınlar suya giriyor ve kutsal suda yıkanarak ibadetlerini yerine getiriyorlar. Maymun Tapınağı keskin kokusu ve maymunların sesleri ile kendimizi bir gerilim filminin setinde hissetmemize sebep oluyor.

Hintli kadınlar, bu ürkütücü atmosferi dağıtmak istermişçesine, göz alıcı renkteki sareleri (kıyafetleri), hızmaları, halhalları, bilezikleri, kolyeleri ve çikolata renkli tenlerinde inci gibi parlayan dişleri ile adeta rüzgar gibi esiyorlar. Kadın her coğrafyada, tarihin her zaman diliminde aynı rolü üstleniyor sanki; renk katmak, hayat vermek. Bazen bu rüzgâr fırtınaya dönüşebilir. Fırtına kelimesinin kökenine baktığımızda latince “fortuna” kelimesinden geldiğini görürüz. “Fortuna” ise talih, şans anlamına gelir. İngilizce’deki “Fortune” kelimesi de aynı kökten olup varlık, servet demektir. Yani kadın fırtına gibidir, eser geçer. Yıkılması gerekenleri yıkıp yenilere yer açar. Varlıktır, servettir, şanstır, talihtir. Tabi kıymetini bilene, varlığını görebilene…

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Dilek Altay
Dilek Altay
İlk şiirini ilkokul öğretmenine yazdığından beri ara vermeden yazmaya devam ediyor. Kimya Mühendisliği okudu. İstanbul’u, kimyayı ve yazmayı aşkla seviyor. Birinci vazifemizin bu olağanüstü kâinata şahitlik etmek olduğuna inanıyor. Yazılarını da bu şahitliğe şahitlik etsinler diye yazıyor.

POPÜLER YAZILAR