Cumartesi, Nisan 19, 2025
spot_img

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Tsundoku ve DEHB Sarmalı

Tsundoku hastalığına yakalandım. Okumak istediğim yüzlerce kitap var. Satın aldıkça hepsini dağ gibi dizdim. 

Tsundoku, Japonca bir kelime olup, bir kişinin satın aldığı ancak okumadığı kitapları biriktirme durumunu tanımlıyor. Bu kelime, “yığın” anlamına gelen tsunde ve “okumak” anlamına gelen doku kelimelerinin birleşiminden oluşuyor. Temelde kitap ve dergi gibi okuma materyallerinin biriktirilmesini, bunların okunmadan bir kenara yığılmasını ifade ediyor. Tıpkı benim yaptığım gibi.

Kendime bir okuma sırası belirledim. Tahminen dokuz on kitaptan oluşuyor. Fakat önümde gerçekten büyük iki engel var. Birincisi, kitap kapaklarının, benim onları göre göre yüzlerinin eskimesi ve aşinalıktan gelen heyecan yitimi. O nasıl oluyor, derseniz… Kitapların kapakları gerçekten de benim için estetik açıdan kıymetli. İlk satın aldığımdaki o heyecan ve heves, genelde kapaklarının kusursuzluğundan geliyor ve yüzleri darbeyle veya yıpranmayla değil, benim onları sürekli görmemden dolayı eskiyor. Yalı körlüğü denen şey gibi; bir güzelliğe ne kadar çok bakarsam o kadar çabuk alışıyorum ve hevesim yitiyor.

İkinci engel ise elbette ki dikkat eksikliği. Sosyal medyanın kaydırma çağında yaşadığımız bu zamanda, sayfalara, cümlelere uzun süre odaklanma becerimi yitireli çok oldu. Kendimi okuma disiplinine yeniden sokmayı ne kadar denesem de her bir kitap elimde sürünüyor ve bir kitaba ayırdığım okuma sürem uzadıkça, aklım okumadıklarımda kalıyor. Bu sebeple henüz bir kitabı bitirmeden başka bir kitaba başlamaya çalışıyorum ve çapraz okuma yapabilmek yerine, kitapların içinde iyice kayboluyorum. 

Kitap okurken telefonuma düşen tek bir bildirim, dakikalarca kitabı kenara koymama sebep oluyor. Bu hızla, satın aldığım kitapları okuyarak eritebilmemin çok uzun zaman alacağını bilsem de kitap satın almaya devam etmeden duramıyorum. Aslında bir kitap alışverişi listesi hazırlayarak sonradan almak üzere kaydetsem de yine kendimi tutamıyorum.

Eve gelen kitaplar okuma sıramda hevesle öncelik kazanıyor fakat sonra onların da kapaklarına aşinalık kazandıkça listede geri düşüyorlar ve bu kısırdöngü böyle sürüp gidiyor. 

Çok uzun yıllar çapraz okumaya direndim hatta çapraz okumanın ne olduğunu bile terim anlamıyla bilmiyordum. Dört farklı kitabı aynı anda okumaya çalışıyorum – ki bu benim hiçbir zaman denemediğim bir şeydi – fakat şimdilerde elimde birden fazla kitap, döndüre döndüre okuyorum. Bitirebildiğim kitapları üst üste koymak, koleksiyon yapmak gibi geliyor bana; heyecanlanıyorum. Yine de buna çapraz okuma denemez, bu resmen dikkat dağınıklığı ve okuma disiplinsizliği. Başarabilenler elbette vardır ancak benim birini bitirmeden bir başkasına geçmemem gereken bir yapım olduğunu da bu süreçte öğrenmiş oldum.

Sebat ve sabır böyle zamanlarda önem kazanıyor. Okunmuş kitapların, bir koleksiyon unsuru olmalarından çok, yazmaya teşvik eden hazineler olduğunu kendime hatırlatmak zorunda kalıyorum. Okudum, bu kadar çok kitap bitirdim demek için değil; feyz almak, ilham edinmek için okumam gerektiğini unutmamaya çalışıyorum. Yine de bu aralar hiçbir şey beni yeniden yazmaya teşvik edemiyor. 

Yazmak demişken, aslında gelmek istediğim nokta tam da burasıydı. Yazma tutulması yaşıyorum… 

Tutulma bir başladı mı sonu gelmiyor; öyle hissediyorum. Daha fenası ise işleri tamamlayamama ve hatta hayatı yaşayamama… 

Küllerinden doğmak asla kolay olmuyor. Anka kuşunun yeniden doğması için ölmesi gerekiyor. Çok yüksekten denize çivileme atlayış yapınca, denizin dibine ayaklarını kuvvetle vurmadan yeniden yüzeye ulaşıp nefes alınamıyor. Kendin olmadan hayatta kalınmıyor. Maskeyle yaşanmıyor. 

Böyle yazmışım günlüğümün sayfalarından birine. Silkelenip kendime gelmek istemişim belli ki. Fakat olmadığı aşikâr. Dönüp dolaşıp kendimi aynı yerde buluyorum. Zaman benim için sanki doğrusal değil de sarmal hâlinde ilerliyor. 

Hiçbir zaman tutarlı ve disiplinli olamadım. Yıllarca, defterlerce doldurduğum günlüklerimin yarısından çoğunda kendime sitem etmişim. Okumaya korktuğum günlüklerim de var. Çok karanlık ve depresif. Verimsiz. Üretemedikçe kendime hırslanmışım. Hırslanmak bile beni motive edememiş. 

Bugün de aynı noktadayım. Yazamıyorum. Yazamadığımı düşünüyorum. Üretmek istiyorum ama bir atalet, bir huysuzluk, bir ilham yoksunluğu tüm benliğimi sarmış sanki. Tembelim demeye dilim varmıyor da bahane buluyorum gibi duyulabilir. Ben de kendi tembelliğimi çokça sorguluyorum, yalan yok. 

Mesela bir süre gündüz insanı olmaya çabaladım. En verimli saatlerde geçe kadar uyuyarak üretkenliği heba ettiğimi biliyordum. Bir süre oldum da. Bazen olmayabiliyorum. Bir kalıba, bir rutine giremediğim günler, dönemler oluyor. Hem de sayıca olmaması gerektiği kadar çok. Zorlamamayı, hayalimdeki gibi olmasa da devam edebilmeyi öğreniyorum sanıyorum, sonra bir bakıyorum ki aynı cümleleri aynı günlüğe farklı tarihlerde yazarken buluyorum kendimi. Yeniden gündüz insanı olabilirim, diyorum. O ana kadar gece insanı oluşuma kızmadan yoluma devam edeceğim, diyorum kendi kendime. Yine de ters saat dilimde yaşamak, durmaktan her halükârda iyidir. Durmanın gerekli olduğu zamanlar var ama bu aralar o zamanlardan değil, biliyorum.

Bir şeyler yazayım istiyorum. Hiçbir amacı, hiçbir konusu, hiçbir akışı ve anlam bütünlüğü olmasa bile, elim açılsın diye yazayım istiyorum. Yazdıklarım mânâsız geliyor bu defa. Kime hitap ediyor? Kime hizmet ediyor? Kime ne fayda sağlıyor? 

Sonra diyorum ki, neye hizmet etmek zorunda? Kimse okumasa bile sen yazmak istiyorsun. Kelimelerin anlamından bağımsız, sayfaları doldurmaya ihtiyaç duyuyorsun. Üstadın, “Yazmasaydım deli olacaktım,” dediği kadar var. Bir varoluş, bir arayış sanki yazmak. Yazmak üzerine onca kült eser verilmişken üretmenin anlamını aramaya kalkışmadan yaz işte, diyorum kendi kendime. Ne yapıyorsam zaten kendi kendime yapıyorum.

Bu hayatta herkes ne yapıyorsa kendi kendine yapıyor. Öyle değil mi? 

Birazdan bu bilgisayarın başından kalkacağım. Defterlere ve word dosyalarına saçılmış onlarca, belki yüzlerce birbirinden kopuk yazımın ne işe yarayacağını sorgulamayı bırakıp; akışıyla, anlamıyla, üslubuyla, kalitesiyle yazılmış güzel bir kitap açıp okumaya başlayacağım. Belki yazmak hakkında bir kitap alırım elime; kütüphanemde onlardan okunmayı bekleyen o kadar çok var ki. Belki bir gün liste oluşturur, paylaşırım. Benim gibi neyi, neden yazdığını bilmeyenlere ilham olur belki. Yazmak için deliren fakat yazacak şey bulamayıp, yazmak üzerine kelam etmeye çalışanların yalnızlık hissini bir nebze olsun gideririm. Belki de listeyi okuyacak herkesten önce kendime bir faydam olur; içimden taşan ama bir türlü anlam kazanamayan bu yazma arzusunu mantık çerçevesine oturtabilirim, bilmiyorum.

Şimdilik tek bildiğim, bu aralar hayatımda anlamlı bulduğum tek şeyin edebiyat olduğu. İyi bir kitabın, iyi bir hikâyenin iyileştiremeyeceği bir hayat yaşamıyorum neyse ki. 

Evet şimdi son kelimelerimi yazacağım ve bu aralar kitap eleştirmenlerinin çokça paylaştığı kitabıma döneceğim. Çoksatan değil ama edebi değeri yüksek bir roman. Beğendim. Merak eden olursa diye, ismi “Geri Verilen Kız”. İtalyan Edebiyatı eseri, ödüllü bir roman. Kapağını kapattığımda beni değiştirmiş olacağını umduğum bir kitap. Çünkü hem ilhama hem de değişmeye ihtiyacım var. Okumakla yazmak el ele yürür, dedikleri şeyin gerçekleşmesini bekliyorum. Değişeyim ki yeniden yazabileyim istiyorum. O zaman ben değişmeye gidiyorum. Kitaplarla ve sağlıcakla kalın.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Beril Bozdoğan
Beril Bozdoğan
1986 yılında İstanbul’da doğdu. Sabancı Üniversitesi Endüstri Mühendisliği’nden mezun olduktan sonra Teknolojik Danışmanlık ve Eğitim sektörlerinde çalıştı. Üniversite ve iş hayatı boyunca; Sanat Tarihi, Çizim, Yaratıcı Yazma, Editörlük eğitimlerini sürdürdü. Anne olduktan sonra ise edebiyata ve resim sanatına ağırlık verdi. Blöf-Aşkın Aşınmış Hali adlı yayımlanmış bir romanı var.

POPÜLER YAZILAR