Perşembe, Nisan 17, 2025
spot_img

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Varanasi’de Kaybolmak

Varanasi, Hinduların Mekke’si… 

Delhi’den kalkan uçak Varanasi için alçaldığında dümdüz, Ankara yüzölçümünün bir buçuk katı büyüklüğünde kocaman bir köy manzarası görüyoruz. Daha gitmeden en çok şaşıracağım, zorlanacağım yerin Varanasi olacağını biliyorum. Nereden mi? Bilmiyorum. “Şaşıracağını bilmek” ne tuhaf ve saçma bir duygu değil mi, biliyorsan nasıl şaşıracaksın ki? Neyse…

Büyük bir grubuz ama bu şehir grup halinde gezmek için o kadar kalabalık ve o kadar karmaşık ki; rehber hem kendini garantiye almak hem de bizlere hoş görünmek için “Arkadaşlar burada sürekli beraber dolaşamayız, hem bir şehri tanımanın en iyi yolu orada kaybolmaktır,” diyor.

Başım cama yaslı, gözümün önünden akıp giden görüntülere şaşkın şakın bakarken “kaybolmak” kelimesi hafızamın derinliklerindeki bir yığını hercümerç etmeye başlıyor. “Dur, ne arıyorsun?” demeye kalmadan bulup getirdiği hatırayı gözümün önüne seriyor:

Tahta sıranın üstünde pembe plastikten bir suluk. Başını yana eğmiş şapkalı bir ayı, şapkası çıkarılıp bardak olarak kullanılıyor. İlkokul birinci sınıf, okulun ilk günü, cam kenarında ön sıralara yakın bir yerde oturuyorum. Öğretmen, annesinin arkasından ağlayanları, altına kaçıranları avutmakla uğraşıyor. Şeker dağıtıyor herkese okulu ve kendini sevdirmek için. Sonra teneffüs zili çalıyor. Kıyın kıyın dışarı çıkıyorum, koridorda bir o tarafa bir bu tarafa, nerede ne var diye etrafa bakına bakına dolanıyorum. Tekrar zil çalıyor, herkes farklı bir yöne doğru çil yavrusu gibi dağılıyor. Ben bir sağıma bir soluma bakıyorum, ne yöne koşmam gerektiği hakkında en ufak bir fikrim yok. Aheste aheste yürüyüp sınıflardan içeri bakarken sıranın üstündeki pembe suluğumu görüyorum. Âdeta bana gel gel yapıyor. İşte kaybolma korkumla, yön kavramından yoksun oluşumla ilk yüzleşmem.

Babam benim kaybolma korkumun farkında olduğundan mı yoksa kendi kaybetme korkusundan mı bilinmez, kardeşimle ikimizi parka, çarşıya, pazara götürdüğünde kalabalığa karışmadan önce hep şu telkinde bulunuyor; “Bak kızım şu renkli binayı gördünüz mü? Birbirimizi kaybedersek burada buluşalım ama yine de siz elimi bırakmayın.” Bu telkinlerin de etkisiyle zaman içinde bir referans belirleme gerekliliği bende gittikçe yerleşip kök salıyor. Babam ara ara test ediyor, “Söyleyin bakalım şimdi ne taraftan gideceğiz?” İlk testte sınıfta kalıyorum çünkü referans olarak belirlediğim motosiklet tam döneceğimiz köşedeki apartmanın önünden gidivermiş. Babam “Eh, oldu mu şimdi?” der gibi tekrar anlatıyor; kalkıp gidemeyecek, taşınamayacak işaretler koy, yoksa kaybolursun…

Zaman içinde telkinler dallanıp budaklanıyor; kaybolduysan öyle etrafa aval aval bakıp da kaybolduğunu belli etme. Çünkü kaybolmuş biri kötü niyetli kişiler için cazip bir avdır. Velev ki kayboldun bari av olma.

Korna sesleri ile daldığım hatıraların arasından çıkıyorum. Şimdi karmaşaya karışma zamanı. Rickshaw denen bisikletler insan taşımacılığında kullanılıyor. Elli kiloluk adamlar arkada iri kıyım iki, bazen üç kişiyi çekiyor. Rickshaw ile Ganj’ın kıyısına Aarti törenlerini (Günbatımı ayinlerini) seyretmeye gidiyoruz. Yok böyle bir trafik, yok böyle bir kaos. Tuktuk denen küçük motorlu taşıtlar, rickshaw’lar, inekler, insanlar; hepimiz aynı yolda ve sağır eden korna sesleri eşliğinde yol alıyoruz. Korna, Hindistan’da başka bir boyut kazanıyor. Hiçbir trafik kuralının olmadığı, şoförlerin sol aynalarını kırmak suretiyle çıkardıkları, sinyal, dörtlü gibi şeylerin hükümsüz olduğu bir jungle’da korna; demek istediğiniz, yapmak istediğiniz her şey için kullanılıyor. Nasıl ki bir bebek her isteğini ağlayarak ifade eder ve annesi onun ihtiyacının ne olduğunu anlarsa, Hintli şoförler de her isteklerini korna ile ifade ediyor ve aynı anda çalan onlarca kornanın hangisi ne için anlıyorlar. Ya da ben bu anlamsızlığa anlam katmak için böyle bir şey uydurmuş olabilirim, bilmiyorum. Bisikletle giderken bir diğer araçtaki kişiyle diz dize gelmek çok sıradan. Yüreğimiz ağzımızda, gözlerimiz yuvalarından fırlamış bir şekilde gidiyoruz. Bir film seti kadar inandırıcı, gerçek kadar inanılmaz bir yer Varanasi. 

Derelerin nehirlere kavuşması gibi şehrin Ganj’a kavuşan sokaklarından birinden nehrin kıyısına varıyoruz. Rickshaw’dan inerken şoför yüzümüze dikkatli dikkatli bakıyor. O bakışın, onca kalabalığın içinden kendi müşterisini seçebilmek için olduğunu ancak dönüşte anlıyoruz.

Akşam karanlığı çöktükçe kalabalık, karınca yuvasını andırır bir hal alıyor. Aarti törenleri her gün güneşin batışını kutsamak için yapılan bir tören. İnsanlar akın akın nehrin kıyısında kurulan platformun olduğu yere doğru geliyor.

Bir seçim yapmak zorunda kalıyoruz. Kalabalığın arasına karışıp törenden ve insanlardan etkileyici kareler yakalamak ya da platformu tepeden gören bir locada, olanları kuşbakışı seyretmek. Belki de bir daha hiç gelemeyeceğim bir yerde en doğru kararı vermek için en güvenli yolu seçiyorum; hoca ne yapıyorsa onu yap, nerede duruyorsa oraya git. Hoca her zamanki gibi biraz alaycı, görmüş geçirmiş ve ehlikeyf haliyle, bırak fotoğrafı, sadece seyret ve dinle diyor. Evet tam da duymak istediğim şey. İçeceklerimizi alıp – bunun nasıl bir lüks olduğunu anlatmam güç – töreni seyretmeye başlıyoruz. Elinde meşaleler tutan, beyaz kıyafetli birkaç kişi platformun üstünde çeşitli figürler yapıyor. Davudi bir ses hoparlörden duayı andıran bir şeyler söylüyor. Tek kelimesini bilmememe rağmen sanki biraz dikkat kesilsem anlayacakmışım gibi ya da bir yerlerden tanıyorum ama nerden, çıkaramıyorum gibi garip bir aşinalık duygusu yaratıyor duyduklarım. Çan sesleri duaya eşlik ediyor. Sonunda Jeyn, Jeyn şeklinde yineledikleri ve ellerini başlarının üstünde birleştirdikleri ritüelin şükür, teşekkür anlamında olduğunu sonradan öğreniyorum. 

Sabah 4.30 kalkış. Ganj’da hacı olanları izlemek, fotoğraflamak üzere yola düşüyoruz. Tan yeri ağarmaya başlamışken bizi bekleyen teknelere binip açılıyoruz. Gün doğumu, gün(eş) ve doğum her zaman muhteşem, her gün tekrarlanan bir mucize. Ama böyle bir yerde gündoğumu, mucizenin mucizeliğini hatırlatan bir vaka. Mucize tanımı ne kadar ilginç değil mi? Bir tohumu toprağa bıraksak ve birkaç saniye içinde ağaç, sonra orman olsa buna mucize deriz de, bu yıllar içinde olduğu zaman sıradan gelir. Nankörüz, gördüğümüze bile körüz de ondan. Tekne ile kıyı şeridi boyunca seyir halindeyken hayretle ve hayranlıkla gündoğumu fotoğrafları çekiyoruz. Zaten hayret ile başlamıyor mu her hayranlık? Hayret, diğerleri arasından seçip farkına varmak ve farkına vardığı şeye şaşırmak. “Bir şey nasıl bu kadar güzel olabilir?” sorusu da hayreti hayranlığa dönüştürüyor. Hayranlığın ölçüsü, hayran olan ile hayran olunan arasındaki mesafenin de ölçüsü aynı zamanda. Tutup kendine çekebildin mi hayran olduğun şeyi, o zaman onun adı sevgi oluyor. Hayran olmak, hayran olduğun şeyin de sana hayran olmasını gerektirmezken sevgide mütekabiliyet esas. Nasıl ki bizim Allah’ı sevmemiz ancak onun bizi sevmesiyle mümkünse beşerler arasındaki sevgi de mukabele istiyor. Yoksa hayranlığın ötesine geçemiyor.

Biz hayret ile hayranlık arasında savrulmaktan mest olmuşken hoca askerleri cepheden kaçmış komutan gibi canhıraş bağırıyor; bırakın güneşi çekmeyi, fotoğraf burada! Kastettiği Gantlarda merdivenlerden suya inen, rengarenk kıyafetleri ile hacı olmaya niyet etmiş dindar Hindular. Elbiselerindeki renklerin yansıması suda. Öyle bir huşu içinde ibadetlerini yapıyorlar ki yanlarına kadar yaklaşan tekne ve kendilerine silah gibi doğrultulmuş onlarca objektif umurlarında bile değil.

Kaptan, turistlerin “Daha da yaklaş, daha da yaklaş,” taleplerinden olsa gerek bizi burun buruna getiriyor hacılarla. Ama hepimiz geriliyoruz, bu kadar mahremlerine girilmemeli, o huşuyu bozan biz olmamalıyız, diye kaptana geri çekilmesini söylüyoruz. İnanmak öyle güçlü bir duygu ki, doğduğu bünyeye öyle bir enerji veriyor ki anlatılmaz. Onları, olanları izlerken inanç denilen şey görülebilir, duyulabilir, dokunulabilir bir şey olarak dikiliyor karşımıza. Ve bir sızı şeklinde suçluluk duygusu da beraberinde geliyor. Hinduların Mekke’sine geliyorsun da ya Mekke’nin kendisi…

Eğer önyargılı bir şekilde gittiyseniz Hindistan’a; pislik, fakirlik ve sefaletten başka bir şey görmezsiniz. Türk rehber sürekli kaç tane tanrı olduğundan, hangisinin hangi işlerden sorumlu olduğundan falan bahsediyor. Her şeyi anlıyorum da ineğe nasıl taptıklarına bir türlü anlam veremiyorum. Yerli rehber, arada derede konuşmamızın bir yerinde diyor ki; biz ineklere tapmıyoruz, o tanrı heykellerine de tapmıyoruz. Hani gurbet ele giderken sevdiğinin resmini yanına alır ya insan, hani onu görmek istedikçe resme bakar, sever, öper ya. İşte bizim için bu heykeller, kutsallık atfettiğimiz hayvanlar (inek, maymun, fare ve fil) dünya gurbetinde özlediğimiz tanrının fotoğrafı gibi. 

Duraklıyorum…

Göz bu, ilk önce farklılıkları görüyor, seçiyor. Zihnimi şaşırtmayı, onu zora koşmayı hep sevmişimdir. Hadi onca farklılığın içinde benzerlikleri bul o halde, diye talimat veriyorum. Benim için çalışmıyor musun? Ne diyorsam onu yap. “Aa ne kadar pisler, ineğe tapıyorlar, kadınları da pek süslü, ne o rengârenk sareler…” Bunlar avamın ezberleri. Gözüne alışkın olduğundan başkası ilişince, kulağına aşina seslerden başkası değince, yaftalayan, katlayıp yeni ezberler rafına kaldıran safderunların işi. Oysa safderunluk nimetinin saflık kısmı seni terk etmiş ve derunluk kısmını rehin bırakmışsa yapacak bir şey yok, bırak bildik yolları, çık yoldan. 

O rengârenk kıyafetlerle içinde bulunulan pejmürdelik arasındaki zıtlık sadece fotografik açıdan ilginç değil. Kadınlar o renkli parlak kıyafetleri, Tanrı onları ancak böyle görebiliyor ve böyle renkli giydiklerinde seviyor, diye inanıyorlar. Bir Hadis-i Şerif’te buyurulduğu gibi “Şüphesiz ki O güzeldir ve güzeli sever.” Tanrı bir, Rab bir, İlah bir, başka İlah yok. O İlah ne kadar da güzel ve güzeli seviyor. E işte onlar da güzelleşmeye çalışıyor. Erkeklerin ortamın pespayeliğine ayak uydurmuş olmasının nedeni ise bende muğlak. Ya sevilmek için güzel olmaya ihtiyaçları olmadığını düşünecek kadar özgüvenleri yüksek ya da sevilmeye ihtiyaçları olmadığını düşünecek kadar ahmaklar ama çirkinler orası kesin.

Yıkanma (hacı olma) Gantlarından sonra sıra ölü yakma Gantlarında. Kıyıdan tekneyle geçerken uzaktan gördüğümüz yere şimdi çok yakınız. Fotoğraf çekmek yasak. Ekip toparlanıyor, herkes donmuş gibi. Yüz kaslarımız kasılmış, gözler bakacak başka şeyler arar gibi kıpır kıpır. İçimizde büyüyen dalgalar beden duvarına çarpıp tekrar içimize dökülüyor, köpük köpük duygularla doluyuz. Günde iki yüzden fazla ölü yakılıyor burada. Katar katar odunlar yığılmış, odunun bile şanslısı şanssızı var. Baksana şöminede kendine yönelmiş bedenleri ısıtmak için yakılan da odun, güveçte keşkek pişirmek için yakılan da odun, İbrahim’i yakmayıp balığa dönen de odun. Ne için yanıyorsun, beraberinde neyi yakıyorsun farkında mısın a odun?

Ve Varanasi’nin en zengin ailesinin odunculuk yapan aile olması da ayrı bir bahis konusu.

Dindar bir Hindu için Varanasi’de ölmek ve küllerinin orada Ganj’a savrulması, ruhunun yaşam döngüsünden kurtulup özgürleşmesi anlamına geldiği için istenen, arzulanan ve kutsiyet atfedilen bir şey. Onlar da bu dünyanın öyle çok matah bir yer olmadığını, bir kere gelsen de yedi kere gelsen de “La rahate fiddünya” hadisi gereğince bu dünyada rahat yüzü göremeyeceğini derinlerde bir yerlerde biliyorlar belki de.

Öteki türlü öldükten sonra önceki yaşamdaki karmasına göre bir başka bedende insan, hayvan ya da bitki olarak tekrar tekrar (yedi kez) dünyaya geleceklerine (reenkarnasyona) inanıyorlar. Bu döngü ancak küllerin Ganj’a savrulmasıyla son buluyor onlara göre.

Ölü beden sarı-turuncu parlak kumaşlara sarılıp, üstüne simli ipler ve sarı çiçekler atılıp dört kollu sedye benzeri bir tahta üzerine bağlanıyor. Dört kişinin taşıdığı sedye önce Ganj’ın suyuna bastırılıp önceden hazırlanmış odunların üzerine yerleştiriliyor. İlk ateşi en yakını yakıyor. Zaten hep öyle değil midir? En yakınımız, en yakınımıza aldığımız yakmaz mı? Duman duman, için için yanıyor beden gözümüzün önünde. O an aklımdan neler geçti hiç hatırlamıyorum. Belki de aklımdan hiçbir şey geçmedi. Sanki şalteri kapattı aklım. O dehşetengiz görüntüye kötü bir koku eşlik etmediğini hatırlıyorum sonradan. Meğer kokmasın diye sandal ağacı tozu serperlermiş. Bir bedenin yanması yaklaşık dört saat. Kadınların yanması daha uzun sürüyormuş. Ah bu kadınlar yan yan bitmiyor. Neymiş yağ kütleleri daha fazla da ondanmış. Yağ kütlesi değil yanmaya meyli daha fazla da ondan olmasın. Erkeklerde de en geç yanan hatta bazen yanmadan kalan göğüs kemikleriymiş. Bir beden için yaklaşık beş altı kilo odun gerekiyormuş. Kısa sürede yanan ve yakan odunlar daha pahalı, uzun ve sonunda yanmamış parçalar bırakan odunlar daha ucuzmuş. Biz dumanı üstünde ölüleri seyrederken etrafta yakınları olduğunu düşündüğümüz kişilerde en ufak bir üzüntü emaresi olmaması, biraz ileride kriket oynayan çocukların şen kahkahaları, olayı daha ironik hale getiriyor. Nedense Hintli bir çocuğun kriket oynaması, ölü bir bedenin yakılmasından daha çok içimi burkuyor.

Kast sistemi bir yandan, reenkarnasyon (şimdi değilse belki sonraki yaşamda) inancı diğer yandan insanları öyle bir kuşatmış, daha iyisine ulaşma yollarının önüne öyle aşılmaz duvarlar koymuş ki onlar da boş vermişliğin, miskinliğin çayırlarında yuvarlanıp duruyorlar. Bizim gibi turistler de gidip oralara, “A bak, hiçbir şeyleri yok ama ne kadar mutlular, pislik içindeler ama arınmış hissediyorlar,” diye methiyeler düzüyor. Hatta kimileri aynı mutluluk için Budizm’e merak sarıyor. Hindu dini sonradan seçebileceğiniz bir din değil; Hindu doğmanız gerekiyor. Budizm Hinduizm’in biraz esnetilmiş hali ve kast sistemine tepki olarak doğmuş. O kadar hızlı yayılmış ki Hindu din adamları Budizm’i, Hinduizm’in bir alt kolu olarak tanımlayarak stratejik bir hamle yapmışlar. Böylece Budizm’in önünü kesmişler.

Hamileler, çocuklar ve guru denen din adamları yakılmıyor. Onların yanmayı gerektirecek kötü karmaları (günahları) olmadığına inanılıyor. Onların ölü bedenleri Ganj’a salıveriliyor. Bu yüzden tekne turu yaparken ölü bir bebekle, kıyıya vurmuş ve köpekler tarafından yenmiş insan bedenleriyle karşılaşmak mümkün. Şükür ki biz böyle bir görüntüyle karşılaşmıyoruz. Gördüklerimizin ağırlığı kâfi miktarda belimizi büktü.

Hindistan… Biz onlara Hindistan derken acaba onlar kendilerine ne diyor diye merak ediyorum. Onlar kendi dillerinde ülkelerine Bharat diyor. Büyük Bharata Savaşlarının anlatıldığı destanın adı da Muhabharata. Muhabere kelimesi buradan geliyor olabilir mi diye düşünürken bir de bakıyorum ki bizim bildiğimiz baharat kelimesinin kökeni Bharata. Zamanında Baharat Yolu denen yol Hindistan’dan (Bharata’dan) gelen yol. Ve oradan gelen kokulu, lezzetli çeşnilere de geldiği yerin adını vermiş bizim akıllı millet. Baharat.

Indus Nehri kıyısında yer aldığı için Farsça da Indus olarak, Eski Yunan’da ise İndoi olarak anılıyor. Batı dillerine India olarak evriliyor.

Hindistan’ın resmi dili olan Sanskritçe, Ari istilacılar tarafından getirilmiş. Bu sarışın kuzeyliler kendilerine soylu anlamında arya (ari ırk) diyorlar ki İran kelimesi buradan türemiş ve Hindistan’ın yerlilerini aşağı halk anlamında parya sayıyorlar. Necip Fazıl’ın dediği; “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya”daki parya.

“Varanasi’yi görmeden Hindistan’ı görmüş olmazsınız, bir yeri tanımanın en iyi yolu da orada kaybolmaktır,” demişti rehber. Ne demek istediğini ancak görünce anlıyoruz. Gördük, kaybolduk. Hatıra yığınımdan bir başkası bu sefer de dönüş yolunda çıkageliyor.

Yer Kızılay, Karanfil Sokak. Derslerden bunaldıkça gidip nefes aldığım kitapçılardan birindeyim. Artık bursum ve öğrenim kredim de olduğundan kendi bütçemi kendim yapıyor, kitaplara da hatırı sayılır bir pay ayırıyorum. Kitapların yüzlerine bakıp çevirip arkalarını okurken birinin üstündeki yazı zihnimde şimşekler çaktırıyor. “Her Yere Gidebilirim Öyleyse Kayboldum” kitabın adı, yazarı aklımda bir yer edinemiyor. Çünkü kitabı almıyorum. Alamıyorum. İçinde yazan onca şey o kadar sayfa bana üstünde yazan bu cümleden daha fazla ne diyebilir ki? 

Kaybolmak; tıpkı kitabın üstünde yazdığı gibi ihtimaller denizinde yüzmek aslında. Her şey, her yer, her yol, her yön olabilir peki ama hangisi? Özgürlük kavramının bu kadar ütopik olmasının sebebi de bu. Özgürsen kayıpsın. Kayıpsan özgürsün. Kaybolma ölçülebilir bir şey değil. Az kayboldum çok kayboldum diye de bir şey yok. Özgürlüğü isteyen kaybolmayı istiyor, farkında olsun ya da olmasın. Ve kaybolduğunda da her kaybolan gibi bulunmayı bekliyor. 

Kader, bütün kaybolanları tek tek buluyor. Ormanda kaybolmuş bir çocuğu elinden tutup evine götürür gibi buluyor. Diğer tüm yolları kapatarak, gitmen gereken yolu işaret ediyor. Onun yöntemi de bu. “Bir kapı kapanırsa başka bir kapı açılır,” diye avutmak için söylenen sözün alt metni şu: Ben kapıları kapatıyorum, sadece gitmen gereken açık, hepsini açık bırakırsam sen becerip de yönünü bulamazsın. Kaderin işaretleri öyle pembe suluk, kapının önündeki motosiklet gibi işaretler de değil. Yenilgiler, ayrılıklar, yıkılışlar, ezilişler, dağılışlar, çöküşler, hepsi kaybolanları bulmak için. 

Ve kadere iman, “Eee, napalım kaderimizde varmış, elden ne gelir,” deyip hoşnutsuz bir rıza ile kabul etmek değil, “diğer tüm yolları kapayarak beni kaybolmaktan kurtardığın için hamdolsun,” diyerek hoşnut bir şekilde rıza göstermek belki de kim bilir… 

Varanisi’dekilerin dediği gibi, “Burning is learning.” Yanmak öğrenmektir. Hele bir de ateşsiz, alevsiz yangınlar var ki ancak başka bir yangın ile söndürmek gerekir…

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Dilek Altay
Dilek Altay
İlk şiirini ilkokul öğretmenine yazdığından beri ara vermeden yazmaya devam ediyor. Kimya Mühendisliği okudu. İstanbul’u, kimyayı ve yazmayı aşkla seviyor. Birinci vazifemizin bu olağanüstü kâinata şahitlik etmek olduğuna inanıyor. Yazılarını da bu şahitliğe şahitlik etsinler diye yazıyor.

POPÜLER YAZILAR