Tüp Bebek Yolculuğunda Umut ve Sabır
Anneler Günü, çiçekler ve kutlamalarla dolu bir gün. Peki ya annelik hayali için her gün sessizce savaşan kadınlar?
Son yıllarda sadece Türkiye’de değil, Dünya’da da gittikçe artan üreme problemleri ile karşı karşıyayız. Son yıllardaki istatistikler bize gösterdi ki; kadın ve erkek kısırlık oranı neredeyse birbirine eşit. Fakat gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde, maalesef istatistiklerden öte, bir çift aile olamıyorsa bunun tek sorumlusu ve suçlusu maalesef ki kadın olarak görülüyor.
Uzun yıllardır sadece Türkiye’den değil, Dünya’nın hemen hemen her ülkesinden IVF yani tüp bebek tedavileri için danışanlarım oldu. Maalesef ki bu tabloda batı ülkelerini bertaraf ettiğimde, hemen hemen kadınların yaşadığı psikoloji aynı. “Neden Ben?”
Ela, penceresinde süzülen sabah ışığına bakarken avucundaki gebelik testini sıkıca tutuyordu. Parmakları, plastik yüzeyde iz bırakacak kadar güçlü kavramıştı nesneyi. “Negatif” yazan o küçük ekran, yüreğinde her ay tekrarlanan bir sızıydı. Üç yıldır tüp bebek tedavisi görüyordu. İlk yıl, her enjeksiyonda “Belki bu sefer,” diye fısıldarken, ikinci yıl “Neden olmasın?” diye direnmiş, üçüncü yılsa umutları “Artık yeter!” çığlığına dönüşmüştü. Şimdi ise sessiz bir kabullenmeyle sallanıyordu sandalyede, tıpkı perdenin ucundaki solmuş kurdele gibi…
Duvarda asılı takvim, kırmızı dairelerle işaretlenmiş günleri anlamsız bir azimle sergiliyordu. 12 Temmuz günü yumurta toplama, 18 Temmuz transfer günü… Her çarpı, bir kaybın hikâyesiydi. Ela, gözlerini kapattığında hâlâ hissediyordu o steril klinik kokusunu. Yatakta bacaklarını jelli örtüye uzatışını, doktorun “Rahat olun,” deyişini, sonra da boşluğa düşen yüreğini… “Embriyo tutunamadı.” Bu cümle, zihninde bir ninninin tekdüze ritmi gibi dönüp duruyordu.
Mutfak tezgâhındaki ilaç kutusu, bir savaş alanını andırıyordu. Hormon iğneleri, vitaminler, ağrı kesiciler… En dipte, üzerinde “Deniz” yazan bir şişe duruyordu. Kız kardeşinin doğumundan kalma. Ela, onu her gördüğünde içi çekiliyordu. “Neden sen değilsin?” diyen bakışlardan kaçmak için sosyal medyayı silmişti ama Anneler Günü mesajları bir virüs gibi sızıyordu telefonuna. “Dünyanın en kutsal rolü” yazılı bir kart görmüştü gece. Kutsallığın bedelinin bu kadar ağır olacağını kim söyleyebilirdi ki?
Salondan gelen ayak sesleriyle irkildi. Eşi Cem, elinde iki fincan kahveyle içeri girdi. “Yine uyuyamadın mı?” diye sorduğunda, Ela testi hemen bardak altlığının arkasına sakladı. Onun gözlerindeki hüznü taşıyamıyordu. Bir zamanlar “Biz yeneriz,” diyen o delikanlı, şimdi omuzları çökmüş bir adamdı. Geçen ay, Ela’nın enjeksiyon iğnesini yaparken titreyen elleriyle “Özür dilerim,” demişti. Özür dileyecek ne vardı ki? Belki de her şey için…
Balkona çıktığında, karşı apartmandaki çocuk sesleri kulaklarını yaktı. Küçük kız, bisikletinden düşmüş ağlıyordu. Annesi koşarak geldiğinde Ela’nın avuçları kanadı. Kendi dizlerindeki yara izlerini hatırlattı bu sahne ona. Sekiz yaşında kaydıraktan düşmüştü. Annesi, “Korkma, ben buradayım,” demişti. Şimdi otuz dörtündeydi ve “Anne,” diyecek bir çocuğu asla olmayabilirdi. Bu düşünce, ciğerlerine çiviler saplanmış gibi hissettirdi.
Akşamüzeri, çekmeceden çıkardığı beşik modeli elinde titreşti. İlk transferden sonra almıştı. Her dikiş, “Seni bekliyorum,” diyen hayallerle işlenmişti. Şimdi dantel kumaş, gözyaşlarıyla ıslanıyordu. Cem içeri girdiğinde, “Belki… Evlat edinme?” diye mırıldandı. Ela’nın yüreği bir an hızla çarptı, sonra sustu. “Ben hamilelik duygusunu, ilk tekme hissini, doğum sancısını istiyorum,” diye fısıldadı. Peki ya hiçbirini yaşayamazsa? O zaman “anne” olmak başka ne demekti?
Gece yarısı, banyo aynasında kendi gözlerine bakarken “Eksik miyim?” diye sordu. Bedeninin ihaneti miydi bu? Yoksa evrenin acımasız bir dersi mi? Küvete uzandığında, suyun içinde hafiflediğini hayal etti. Kaybolan embriyolar, düşen hormonlar, parçalanan hayaller… Hepsi suyun yüzeyinde dans ediyordu. Birden Cem’in ellerini omuzlarında hissetti. “Seni seviyorum,” dediği an, ilk kez “Neden biz?” sorusunun cevapsızlığında bir teselli buldular. Belki anne olamayacaktı ama sevmeyi asla bırakmayacaktı.
Sabah güneş yeniden doğduğunda, pencerenin önüne bir sardunya koydu. Kök salmak için toprağa ihtiyacı vardı, tıpkı insanın hayata tutunmak için umuda ihtiyacı olduğu gibi…
Ela gibi tüp bebek tedavisi gören kadınlar, fiziksel zorlukların ötesinde duygusal bir labirentde ilerler.
Maalesef ki tüp bebek tedavisi gören kadınların ortak bileşeni, eksiklik hissidir. Toplumun annelik, kadınlık baskısı, içsel bir yaraya dönüşebiliyor.
“Kayıp Yasası” ile Ela’nın yaşadığı gibi her başarısız deneme, hayal edilen bir bebeğin kaybı gibi hissettirebiliyor.
Ela ve eşi Cem’in yıllardır birlikte verdikleri mücadele de maalesef ki tedaviye hazırlanan tüm çiftlerde olduğu gibi, ilişkilere yansıyan dalga ile çiftler arasındaki strese, cinsellikten, iletişime kadar tüm dinamikleri etkileyebiliyor.
“Ne zaman bırakacaksın?” yerine “Yanındayız,” demek gerekir.
Anneler Günü’nde, annelik arzusunu da kucaklayan mesajlar paylaşabiliriz.
Tıbbi süreçleri romantizme etmemek tabii ki önemlidir. Bu bir “kahramanlık” değil, kişisel bir tercihtir.
Annelik, kimileri için bir doğumla, kimileri için ise yüzlerce iğne, onlarca gözyaşı ve bitmeyen bir inançla başlar. Bugün, tüm “henüz” diyen kadınların yüreğine dokunalım; Çünkü sevgi, sabrın da çiçek açtığını bilir.