Cuma, Eylül 5, 2025

En Çok Okunanlar

spot_img

Benzer Yazılar

Tetiği Çeken

Mart ayının ayazı, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Kasımpaşa sokaklarına sinsice yayılmıştı. Uyku mahmurluğundaki kediler, çöp konteynerlerinin etrafında yiyecek ararken biri aniden geri sıçradı. Konteynerin kapağı yarı aralıktı. İçinden bir el sarkıyordu.

Ölü bedeni ilk fark eden, karşı apartmanın girişinde dükkânı olan bakkal Mehmet oldu. Ardından sirenler, polisler, meraklı kalabalık ve mahallelinin tedirgin fısıltıları sardı her yanı.

Başkomiser Can, arabasından inip, deri ceketinin cebinden bir sigara çıkardı, yaktı, derin bir nefes çekti. Olay yeri inceleme şeridini geçip konteynerin yanına geldi. Deri ceketinin yakasını kaldırdı, gözlerini kısarak çöp yığınına baktı.

“Kim bulmuş?”

“Karşıdaki bakkal,” dedi yardımcısı Komiser Taylan. Sarışın saçlarını bir el hareketiyle arkaya attı. Yeşil gözleri soğuktan çakmak çakmaktı.

Ceset, yirmili yaşlarda genç bir kadına aitti. Üzerinde ucuz bir kaban, pazardan alındığı belli botlar vardı. Başının arkasında, tam enseyle kafatası birleşiminde, yakın mesafeden sıkılmış tek kurşun deliği yetmişti bu gencecik kadını hayattan koparmaya.

Can, yılların kurduydu. Suçlu profillerini görmeden çıkarabiliyordu. Konteynerin içindeki cansız kadına bakarken kendi kendine konuşur gibi mırıldandı.

“Kolay, temiz ve kararlı…”

“Adı Oya Kozan. Lise mezunuymuş. Sokağın ilerisindeki tekstil atölyesinde çalışıyormuş. Alt mahallede oturan Adana’lı bir ailenin kızı. Aile, kızları işten eve dönmeyince sabah polise haber vermişler,” dedi Taylan.

Can başını kaldırıp, kara gözleriyle etrafı taradı. “Sessiz bir sokak. Kamera yok. Geceleri burada in cin top oynuyordur. Cesedi çöpe atan kişi, bunları biliyordu. Bu planlı bir iş.”

Oya’nın vücudu usulca torbadan çıkarılırken bir kadın ağlamaya başladı. “Yine mi kadın! Bu kaçıncı?” diyerek bağırdı. Kimse cevap vermedi. Çünkü herkes biliyordu. Cevap zaten yerde yatıyordu.

Oya’nın evi, dar bir apartmanın ikinci katındaydı. Evin kapısında onlarca ayakkabı vardı. Annesi, başında siyah örtüsüyle ağlamaktan gözleri kızarmış hâldeydi. Abisi Onur, kısa boylu, geniş omuzlu, sert bakışlı bir adamdı. Oturduğu yerden kalkmadan Can’la göz göze geldi. Dik dik bakıyordu.

“Benim kız kardeşimdi. Kim yaptıysa bulacaksınız,” dedi emreder bir ses tonuyla. Normal şartlarda kendisiyle bu tonda kimsenin konuşmasına izin vermezdi Can ama acısına hürmetle sustu, içinden sabır çekti. Sinirlerine çok fazla hâkim olamayacağını biliyordu. O nedenle uzatmadan sorulara geçti.

“Başınız sağ olsun. Size birkaç sorumuz olacaktı,” diyen yardımcısının sözünü keserek,

“Oya’nın bir düşmanı var mıydı? Ya da ailenize zarar vermek isteyecek birileri?”

Onur tam konuşacakken annenin sesi yükseldi;

“Bir çocuk vardı. Adı Rasim. Oya’ya takmıştı kafayı. Sabıkalıymış. Bizim kız dinlemedi. Başlarda ‘Seviyorum,’ diyordu da başka bir şey demiyordu. Ancak son zamanlarda adını anmaz olmuştu. Kesin o yapmıştır, kesin Rasim kıymıştır yavruma,” diyerek yeniden gözyaşlarına boğuldu.

Başkomiser reddedilmenin onur kırıcı olacağını düşündü. Kaç kadın aşkına karşılık bulamayan erkekler tarafından öldürülmüştü bu şehirde… Gazetelerin üçüncü sayfa haberleri bu tür vahşetlerle doluydu.

Rasim, saatler öğleye varmadan bir kahvehanede bulundu. Şaşkındı. Gözleri kan çanağı, konuşması dağınıktı. Taylan ona Oya’nın öldürüldüğünü söylediğinde, başını ellerinin arasına aldı, çöker gibi oturdu. Erkekliğin kurallarından vazgeçti. İki gözü iki çeşme ağlamaya başladı.

“Ben Oya’yı seviyordum,” dedi ilk olarak. “Evlenmek istiyordum. Ailesi bize engel olmaya çalıştı. Ama bizim sevdamız büyüktü, ben ona zarar vermem.”

Hangi katil peşin peşin “Ben öldürdüm,” derdi ki zaten. Rasim, savcının talimatıyla merkeze alındı. Taylan odaya vardığında sistemden dosyasını açtı. “Geçmişinde sabıkalar var. Kavga, tehdit, uyuşturucu… Ailenin söyledikleri doğruymuş başkomiserim.”

Sorgu odasında Rasim bir yandan ölen sevgilisi için ağlıyor, bir yandan da bu işten paçayı nasıl sıyıracağını düşünüyordu. Ona bir ömür gibi gelen bekleyişin ardından içeriye Can ve Taylan girdi. Genç adam makineli tüfek gibi konuşmaya başladı.

“Geçmişte hatalarımız oldu ama bu olayla ilgim yok. Oya, abisinden korkusuna bir süredir başını kaldırıp yüzüme bile bakamıyordu ama biliyordum beni seviyordu. Ben de onu elbet. O benim göz bebeğimdi. Gece evdeydim. Tek başımaydım. Kimim kimsem yoktur. Yemin ederim dokunmadım Oya’ya.”

Can gözlerini kısmıştı. “Şahidin yok, geçmişin belli. Maktul, kamerasız bir sokakta başından vurulmuş. Ailesi senin ona musallat olduğunu söylüyor. Sana nasıl inanalım?”

Rasim bin yemin ediyor, salya sümük ağlıyordu. Uzun süren sorgunun ardından nezarete alındı. Ne kadar sorsalar da silahı olmadığını, Oya’yı vurmadığını söylüyordu.

Sıra görgü tanıklarını sorgulamaya gelmişti. Önce bakkal Mehmet alındı sorguya. Oya’yı mahalleye taşındıklarından beri tanıdığını söylüyordu.
“Abisi çok baskıcıydı. Kız evde nefes alamıyordu. Babaları ölünce evi çekip çevirmek Onur’a kaldı. Evlerinden bağrış çağrış eksik olmazdı. Çok akıllı bir kızdı Oya ama okutmadı abisi. Benim dükkânın ilerisindeki konfeksiyon atölyesine verdi. Kız gece geç saatlere kadar çalışır, tüm kazandığını da annesine verirdi. Bir de geçenlerde köyden gelen bir akrabaları vardı. Hasan mıydı, neydi adı? Birkaç gün evvel Oya’nın öğle vaktinde görmüştüm onu. Bakkala geldiler. İki gazoz aldılar,” dedi. Can’ın aklına ilk kuşku düşmüştü.

Konfeksiyon atölyesinin sahibi Durmuş şöyle ifade verdi.
“En çalışkan işçilerimdendi. Onun yerini doldurmamız zor olacak. Ailesini de tanırım. Abisi bir otoparkta çalışıyor. Geceleri tehlikelidir bizim sokaklar. Silah taşıyor diye duyduydum.”
Taylan şaşırdı. “Silah mı?”
Can başını salladı. Taylan’a dönerek, “Onur’u alalım hemen,” dedi.

Onur’u evden bir ekip aldı, merkeze getirdi. Sorgu odasında huzursuzca bekliyordu. İçeriye giren Can ve Taylan’a nefret dolu gözlerle baktı.

“Bacımın kanı kuruyor, siz beni alıyorsunuz. Reva mıdır bu zulüm? Gidip katili yakalasanıza.”

Can hiddetle kükredi, “Bize işimizi mi öğretiyorsun?” Onur bir anda süklüm püklüm oldu. Lafı kıvırmaya çalıştı. “Memur Bey, içimiz yanıyor bizim…” Can’ın boş sözlere tahammülü yoktu. Eliyle kes dercesine bir hareket yapıp konuya girdi.

“Silahın olduğunu öğrendik. Doğru mu?”
“Evet. Otopark için. Gece olur olmadık tipler geliyor. Silahsız durulmaz. İnsanlar bize malını emanet ediyorlar.”

“Ruhsatın vardır o zaman.”

“Bizimki göstermelik komiserim. Kullanılan bir makine değil.”

“Kullanmasan da taşıma ruhsatı, bulundurma ruhsatı olması gerek. Sen de bilirsin bu işleri Onur. O silah nerede?”

“Ben makine taşımam. Otoparkta durur.”

“O zaman gidip bakalım şu makineye, bakalım durduğu yerde durmuş mu yoksa kanatlanıp uçmuş mu?”

Onur yutkundu. “Bakın tabii,” derken sesi eskisi kadar kendinden emin çıkmıyordu.

“Dün gece neredeydin?” soru Taylan’dan geldi.

“Otoparktaydım. Kamera var, bakabilirsiniz. Esnaf da görmüştür. Tanığım da var yani.”

“Oya’nın eve gelmediğini haber vermediler mi sana?”

“Ben sabah öğrendim. Anamla teyzem karakola gitmişler ben eve gelene kadar. Gece bilsem zaten ben giderdim karakola.”

Sorgu odasından çıktıklarında Can’ın esmer yüzü sinirden daha da kararmıştı.

“O silahı otoparkta bulamayacağız, biliyorsun değil mi?” dedi yardımcısına. Yine de bir ekip yollandı Kasımpaşa’ya. Hem silah arandı hem kameralara bakıldı. Can’ın tahminleri doğru çıkmıştı. Silah bulunamadı ancak Onur gecenin tamamında otoparktaydı. Kameralardan tespit edildi.

Can odasında, çayından bir yudum aldı. Taylan’a döndü:

“Bir şey eksik. Rasim suçlu gibi ama silahı olduğunu sanmam. Onur silahı taşıyor ama o gece otoparkta. Bu işte başka bir şey var.”

Can, otopark görüntülerini yeniden izlemek için talimat verdi. Düğüm otoparktaydı ve oradan çözmeye başlamaları gerekiyordu. Bu kez detaylara odaklanacaklardı; gelen giden, arabasını bırakan, arabasını alan, bekleyen herkes incelenecekti.

Can ve Taylan kayıtları incelediklerinde dikkat çeken bir şey yakaladılar. Akşam saatlerinde otoparka gelen, yüzü görünmeyen, kapüşonlu bir adam vardı. Onur’la beş dakika konuşup gitmişti. Ama o beş dakikanın içinde neler olduğu kayıtlarda yoktu. Otoparkta bulunan derme çatma odacığa girmişler, kısacık kalıp çıkmışlardı.

“Bu kimmiş, Onur’a sor,” dedi.

Onur, o kişinin amcaoğlu Hasan olduğunu söyledi. İstanbul’a yeni gelmişti. Kasımpaşa’da kaldığı pansiyondan alınarak karakola getirildi. Başta direnç gösterdi. “Ne ilgim var?” diye çıkıştı. İstanbul’a gelince amcaoğlunu ziyaret ettiğini, çok işi olduğu için yanında fazla durmadığını anlattı.

Taylan sorgu odasından umutsuzca çıktı. “Masal anlatıyor Abi,” dedi. Ellerinde somut delil olmadığı için Hasan’ı fazla tutamayacaklarını biliyorlardı.

İstanbul Kriminal Polis Laboratuvarı’ndan gelen, Oya’nın cansız bedeninden çıkan kurşunun balistik raporu, Can’ın masasının üzerine bırakıldığında saat gece yarısını geçmişti. Taylan umutlu gözlerle kapının eşiğinde belirdi.

“Ne diyorlar?”

Can raporu kaldırmadan önce sigarasını söndürdü, ardından göz ucuyla satırları taradı.

“Oya, ruhsatsız bir Tokarev ile vurulmuş. Aynı silah, Onur’un otoparkta olduğunu söylediği ama bulamadığımız silah. O silah aldı Oya’nın canını. Ama kanıtlamak için önce silahı bulmalıyız.”

O gece için yapılacak bir şey kalmamıştı. Başkomiser ve Taylan evlerine gittiler, huzursuz uykularında katili kovaladılar. Sabah erkenden merkezde yeni bir yol haritası çiziyorlardı. Önce Onur’un evine bakacaklardı. Sonra Hasan’ın iki parça eşyasıyla kaldığı izbe pansiyon odası aranacaktı. Can ve Taylan da ekiple gittiler. Onur’un evinde aranmadık delik bırakmadılar. Silah bulunamadı. Oya’nın annesi gözü yaşlı, evinin dağıtılışını izliyordu. Pansiyona gittiklerinde burnunu karıştıran, daha on sekizlerinde olduğu terlemeye başlayan bıyıklarından belli genç, onları Hasan’ın odasına çıkardı. Orayı da alt üst ettiler. Tam elleri boş çıkacaklardı ki odadan, döşemeden bir ses geldi. Gıcırtı mıydı, bir boşluğun fısıltısı mı? Ekipler hemen odanın zeminini aramaya başladılar ve çok geçmeden oynayan bir tahtanın altındaki küçücük bölmede Oya’nın hayatına son veren Tokarev’i buldular.

Can merkeze hiddetle girdi. Önce Hasan’ı getirdiler nezarethaneden sorgu odasına. Tokarev odadaki masanın ortasında, naylon delil poşetinde duruyordu. Hasan silahı görünce gözleri büyüdü.

“Bulamayacağımızı gerçekten düşündün mü?” diye sordu Can.

Hasan sessizce sandalyede oturuyordu.

“Bu silahı incelemeye yollasak eminim senin parmak izlerinle karşılaşırız Hasan. O yüzden bize vakit kaybettirme artık. İtiraf et,” dedi.

“Ben… ben sadece korkutacaktım. Onur Abi dedi ki, ‘bir konuş, aklını başına getir. O Rasim denen serseriden uzak dursun.’ Oya’ya onu sevdiğimi söyledim. Niyetim ciddiydi. Oya bana baktı. Gözümün içine, ama nefretle. ‘Seni istemiyorum,’ dedi. ‘Ben Rasim’le evleneceğim.’ Gururum kırıldı. Nasıl tetiğe bastım hatırlamıyorum bile.

Oya küçüktü, ben onu bebekken hatırlıyorum. Düğünlerde kucağıma verilir, ağlardı. Sonra büyüdü. Şehirli oldu. Bizi beğenmez oldu. Peki ya biz? Biz kötü müyüz?”

Hasan, tetiği çekmişti ama onun eline silahı kim vermişti? Bu dosyada tek suçlu tetiği çeken miydi?

Hasan savcının onayıyla mahkemeye sevk edildi. Sırada Onur vardı.

Sorgu odasında Can’ın karşısında oturan Onur, gözünü masanın ortasındaki silahtan ayırmadan konuşmaya başladı.

“Ben Oya’yı korumak istedim. Babamız ölünce her şey bana kaldı. Annem hastaydı. Ben çalıştım, Oya’yı ben büyüttüm. Rasim, kimdi ki? Çalışmıyordu bile. Onunla evlenirse perişan olacaktı. Hasan bizim ailemizden. Ona güvenirim. Hasan’ı sadece konuşsun diye gönderdim. Sadece korkutmak için silahı verdim. Vuracağını düşünmedim.”

Can yumruğunu masaya vurdu.

“Oya, belki senin kardeşindi ama kendi hayatı, kendi seçimi, kendi hayalleri vardı. Sen onu ‘namus’ diye boğdun. Elinle değil belki ama zihninle. Bu memleketin her sokağında senin gibiler yüzünden kadınların nefesleri bir kurşunla kesiliyor. Yüzlerce kadın böyle öldürülüyor. Abileri, babaları, kocaları tarafından. Çünkü birileri onları koruduğunu sanıyor. Aslında kontrol ettiğini fark etmeden. Sen tetiği çekmedin Onur ama tetiği çekenin arkasında sen vardın.”

Onur’un gözleri doldu. Söyleyecek sözü kalmamıştı. O da savcının talimatıyla mahkemeye çıkartıldı. Cinayeti azmettirmekten tutuklandı.

Oya’nın cenazesi Adana’ya gönderildi. Mahalleye ağır bir sessizlik çöktü. Kadınlar, genç kızlar konteynerin yanından geçerken başlarını öne eğdi.

Can, karakoldaki masasının başında oturuyordu. Taylan sessizce yaklaştı.
“İyi misin Abi?”

“Hayır,” dedi Can yılgın bir sesle. “Dosyayı kapattık ama yüzlerce kadın hâlâ ölüyor, ölecek, öldürülecek. Kimini yine çöpte bulacağız, kimi camdan atılacak, kimi benzin dökülüp yakılacak… Kadın cinayetleri, sadece cinayet değil. Toplumsal bir suskunluğun sonucu. Yüzlerce dosyada aynı yüzler, aynı sözler, aynı silahlar, aynı namus safsataları var. Değişmeyen tek şey; ölenler hep kadınlar.”

“Abi, bu ülkede erkeklik bir silah gibi taşınıyor. Herkes kadınların nasıl giyineceğine, ne zaman güleceğine, nasıl doğuracağına karar vermeye çalışıyor. Bu da bir hak cinayeti değil mi?”

Can, “Çok yorgunum evlat. Sen de yorgunsun. Biz ne kadar konuşsak da bu toplumsal bir yara. Dermanı bizde değil. Hadi evine git artık,” dedi.

Başkomiser, Taylan’ı evine gönderdikten sonra yavaş hareketlerle masasından kalktı. Askıdaki deri ceketini alıp giydi. Odasının ışığını söndürüp ofisten çıktı. Gözlerinin altında torbalar, içinde yılgınlık vardı. Aklındaysa sadece bir soru.

“Kadınları yaşatmak için daha kaç ölüm görmemiz gerek?”

Dışarıda gece karanlıktı. Yağmur başlamıştı. Can biliyordu, yağan yağmur bu şehrin kötülüklerini yıkamaya yetmeyecekti.

Damla Adam
Damla Adam
Başta İTÜ olmak üzere çeşitli üniversitelerde lisans ve yüksek lisans eğitimlerini tamamladı. Halen Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde öğrenci. Turizm, sağlık, pazarlama sektörlerinde çalıştı. Kolektif kitaplarda ve dergilerde yazıları yayımlandı. “Oyuncak Tabanca” isimli öyküsüyle Zehirli Kalem Öykü Yarışmasında üçüncü oldu. Yazarlık ve editörlük yapmaktadır.

POPÜLER YAZILAR