Gidecekti…
Bu defa dönmeye cesaret edemeyeceğini bilerek çıkacaktı kapıdan.
Mermerin beyazının ışık saçtığı banyoda, elinde tıraş aleti gözleri aynada takılı…Havlular kat izinden kusursuz, sabunlukta lavanta kokusu, altın dokunuşlar musluk başlarında parıldarken içinde derin bir boşluk. Bir yalnızlık. Eve döneli bir hafta olmadan yine “Gitme” çanları uğulduyordu.
Küçük kız çıplak ayaklarıyla koridorun soğuk zemininde usulca ilerledi. Banyonun açık kalan kapısının önünde durdu. Jiletin ciltte kayan hafif sürtünmesi, aynaya sıçrayan köpükler, babasının telaşlı hâli hepsi tanıdıktı. Yalnızca bir şey vardı ki o bambaşkaydı. Onu daha önce hiç böyle görmemişti. Düşük omuzları, eğik başı, kızarmış gözleri, titreyen elleri ve soluk, sarı teni…
Sonra sordu:
“Baba… Yine mi gidiyorsun?”
Baba bir an durdu. Jilet elinde havada asılı kaldı. Aynadaki gözleri kızına dönmeden ekledi.
“Bazen gitmek gerekir.”
Akşamdan hazırlanan valiz banyo kapısının önünde hazır bekliyordu. Veda için çoktan karar verilmiş demekti bu.
“Ne kadar gideceksin?” diye sordu fısıltıyla.
Başını akan suya dikerek elindeki jileti lavaboya koydu. Yüzündeki köpükleri silerken sadece şunu söyledi.
“Bazen bir cevap yoktur kızım.”
Ve arkasını dönmeden banyodan çıktı. Üstünü giymesi, valizini alması ve kapıdan çıkış sesi…
Sekiz yaşındaki küçük kız sıcak suyun buharıyla puslanmış aynada az önceki yansımayı aradı. “Ayna neden hapsetmez ki görüntüyü, böyle zalimce siler,” dedi.
Onun gidişlerine alışmış gibi görünse de ince bir sızı bir türlü rahat bırakmazdı kendisini. O hep giderdi zaten. Toplantı için, seminer için, bazen de büyükannesinin şirketteki buyruğunu yerine getirmek için. Gidişleri alışkanlık olmuştu; evdekiler için sürpriz olmaktan çıkmıştı çoktan. Ama asıl alışıldık olan, babanın hiçbir zaman tek başına gitmemesiydi. Onu dışarıda bekleyen biri olurdu hep, özel biri!
Begüm biliyordu artık bunu. Odasında uyur taklidi yaparken duymuştu annesiyle babasından yükselen sesleri. Sonra bir gün kesildi sesler. Annesi artık konuşmuyordu. Zamanla susarak anlaşmaya başlamışlardı. Bakışların taşıdığı sözlerden başka iletişimleri yoktu, o da gürültülü bir suskunluktu sadece.
Bu villa, babanın kızını gördüğü bir çatı katıydı artık. Kabullenilmişti her şey. Ama bu kabullenişte huzur yoktu. Sessiz, kesintili bir bekleyiş vardı. Hem tanıdık hem tedirgin edici. Begüm sadece her şeyin farkında olan bir çocuk gibi izliyordu olanı biteni. Susarak. Anlamaya çalışarak. Aklı babasının bu geliş gidişlerinde değil, o gün evi tamamen terk edeceğinde takılı kalkacaktı yıllar yılı. O gün annesi;
“Baban artık hiç gelmeyecek,” dediğinde yüreğinden de göndermeye çalışacaktı onu. Çünkü çocuk aklı yaraların sancısına daima bir suçlu arar; hayatın ince hesaplarla örülmüş cilvelerinden henüz habersizdir.
On iki sene yıl sonra…
“Bu kaçıncı terk edişim?” dedi hayat defterine bir ayrılış daha yazarken. Sayfalar dolusu terk ediş hikâyesi… Her seferinde yol veren oydu. Kimseyi çok fazla tutamazdı hayatında; çünkü içten içe biliyordu, eğer o bırakmazsa bir gün mutlaka bırakılacaktı. Ve hep aklına içini acıtan o cümle gelirdi:
“Bazen gitmek gerekir.”
Unutmamıştı yıllar önce söylenen bu sözü Begüm. Bu söz söylenmeden gitmeliydi hep. Terk edilenin değil, terk edenin yerinde olmalıydı. Öyle olunca daha az acırdı belki. “Seni seviyorum ama kalamam,” diyerek göndermişti en son Baran’ı da. Aklı, kalbi, hayalleri onda kalsa da… Ağlamıştı üstelik sabaha dek, yüzüne kapı kapatılmışçasına.
Zilin çalınmasıyla irkildi. Kalbinde tanıdık bir sızlama yol boyunca eşlik etti kendine. Adımlarını ağırlaştırmak ister gibiydi, yılların göğsündeki tortuyu dağıtmak ister gibi… Aceleyle çevirdi kapının kolunu. Beklediği karşısında duruyordu.
Babası… Omuzları biraz daha çökmüş, gözleri biraz daha suskun. Ama hep aynı koku, aynı mahcup gülümseyiş…
“Geç,” dedi, fazla söze gerek duymadan. Kapıda misafir gibi bekleyen adamı, eski bir hatıra gibi aldı içeri.
Salona geçip oturdular. Hava, yol, iş, güç gibi anlamsız cümleler kurulmadan hemen söze başladı babası.
“Birini suçlaman gerekiyordu belki. O kişi ben olmak istedim. Ama şimdi bil istiyorum. Ben kimseyi bırakmadım. Gitmek zorunda kaldım. Giderken de annen zan altında kalmamalıydı. Tüm hata benimdi.”
Begüm’ün fırtına uğultusuyla dolu kalbi, sağanaktan önceki gök gürültüleriyle titriyordu. Büyümüştü de o yüzden dinlemesini öğrenmişti. Artık kelimelerden çok, onları söyleyenin neyi susturduğuna, hangi duyguyu gizleyip hangisini açık ettiğine kulak veriyordu. Anlam cümlelerin içinde değil, sesin titremesinde, bakışın kaçışında gizliydi; bunu da öğrenmişti.
“Annenle biz… Aynı evdeydik ama başka dünyalarda yaşıyorduk. Birbirine değmeyen bakışlarımızla sessizliğimiz uzayıp gidiyordu. Ben hata yaptım. Biri, sonra başka birileri daha girdi hayatıma. Sığınmak ister gibi, kaçmak ister gibi. Gidişlerimin sonunda annen de gitti benden. Üstelik benim gibi değildi onunkisi, başkasına âşık olarak…’kalbim başkasına ait,’ dediği gün de evi terk ettim. Kızmadım ona, ama kendime de kızamazdım. Bizimkisi birbirine benzemeyen iki insanın yollarını ayırma durumuydu. Ama sen bunu anlayacak yaşta değildin. Bekledik. İkimizde. Sonra… Beklemek, bitmek bilmeyen umutlar arasında hepimizi daha fazla kırdı. Ve beklemenin sadakat olmadığına hükmettim, hepimizi inciten bir ihanetti o. Bu nedenle de gittim. Kalmakla sadece bir hayalet olacaktım.”
Begüm düğümlenmiş boğazıyla “Bazen gitmek gerekir” sözünü yeniden düşündü. En bilindik cümleler bile başka anlamlar taşıyabiliyordu. Gitmek bazen başkasının hayatına saygı duymak demekti, incitmekten kaçınmak demekti, merhamet etmek demekti. Değil miydi ki o gidişle annesi dünyanın en sevilen ve seven kadını olmuştu, âşık olduğu adamla evlenmişti. Ya kendisi… Kendisi de büyüyünce anlayacaktı işte, bu itiraflardan sonra.
“Ben gitmedim. Annen de kaçmadı. Kalamadık sadece biz. Mesele sevmemek, bağlanmamak değildi bir arada kalamamaktı. Hem bazı durumlar da insan sevse de bir arada kalamıyor. Ama çoğumuz ayrılığı terk edilme sanıyoruz.”
Hayata sorulan bazı sorular, duyulmadan önce biraz büyümüş olunmalı. Çünkü küçük bir çocuk, bilmemesi gerekeni erken yaşta öğrenirse, onu yanlış anlayabilir, yanlış hatırlayabilir. Bazı hakikatler, zamanında gelmeli; aksi hâlde bu bir kâbus olabilir.
Soruların cevabı artık hem kalbinde hem aklındaydı. Düşüncelerin ağırlığıyla mutfağa yürümeye başlayan Begüm “Çay yapmıştım, ister misin baba? diye sordu.
“Sen demlediysen, her zaman.”
Bazı yaralar çayla içilen sessizlik anlarında iyileşirdi, birbirini anladıktan sonra.
İnsan, ana babasının mirasıydı önce. İlk harcı onlar koymuştu, ilk tuğlayı onlar örmüştü usulca. Ne kadar kat çıkılsa da ne kadar ustanın elinden geçilse de o ilk iskelet önemliydi ille de. Binanın temeli çocukluktu. Begüm’de öyle çıkmıştı binasının ilk katına çocukluğunun yankısıyla. İlk zamanlar sağlam değildi yapısı. Sallanıyordu rüzgârda, çatlıyordu… Ama acıya çalan renk, duvarlarında bir ışıltıya dönüştü.
Kırık dökük geçmişin yerine, huzur yerleşti…