Güzellik, insanlar arasında göreceli bir kavram olmakla birlikte, toplumlar arasında da farklılık gösteren bir olgudur. Güzellik algısı; dönemlere, coğrafyalara, toplumsal sınıflara ve kültürel değerlere bağlı olarak sürekli değişim göstermiştir. İnsanlık tarihi boyunca güzellik kimi zaman bir sanat, kimi zaman ise bir zanaat biçiminde karşımıza çıkmıştır. Bugün bile, ilkel insanların günümüze bıraktıkları objelerin, estetik kaygılarla mı yoksa korunma ya da işlevsellik amacıyla mı yapıldığı hâlâ tartışma konusudur.
Tarihe dönüp baktığımızda, güzelliğin her dönemde farklı bir anlam kazandığını görürüz. Antik Mısır’da güzellik, tanrısal bir hediye olarak kabul edilirken; Antik Yunan ve Roma’da matematiksel mükemmellik, yani altın oran, güzelliğin ideal ölçütü sayılmıştır. Orta Çağ’a gelindiğinde güzellik, daha çok ruhani saflıkla ilişkilendirilmiş; içsel temizlik ve ahlaki değerlere vurgu yapılmıştır. Rönesans döneminde ise güzellik, tanrısal estetik anlayışıyla yeniden şekillenmiş, özellikle yuvarlak hatlara sahip kadın bedeni idealize edilmiştir.
Tüm bu dönemsel farklılıklar gösteriyor ki, güzellik yalnızca estetik bir mesele değil; aynı zamanda sosyal, kültürel ve hatta politik bir göstergedir. Güzellik algısı tarih boyunca yalnızca bireysel beğenilere değil, aynı zamanda statüye, sınıfa ve ait olunan kültüre göre şekillenmiş; toplumun değer yargılarını yansıtan bir sembol hâline gelmiştir.
Günümüze geldiğimizde güzellik kavramını yalnızca tarihsel ve kültürel boyutlarıyla değil, psikolojik etkileriyle birlikte ele almak daha sağlıklı olacak sanırım. Özellikle sosyal medyanın hayatımıza girmesiyle birlikte güzellik ve estetik anlayışı, ne yazık ki yalnızca bir beğeni meselesi olmaktan çıkıp, bireylerde derin psikolojik yaralar açan, hatta hayattan vazgeçme noktasına getiren bir baskıya dönüştüğünü düşünüyorum.
Peki, insanlar -özellikle kadınlarımız- neden güzellik uğruna böylesine yoğun bir yarışın içine girdiler? Hangi noktada farkına varmadan bir eşiği aşıp, görünüşü varoluşun temel ölçütü hâline getirdik?
İnsan beyni tarih boyunca hayatta kalmak ve kendini güvende hissetmek için bir gruba ait olmayı önceliklendirmiştir. Kabul görmek, onaylanmak, bireyin varoluşunun psikolojik bir kanıtı gibidir. Bireyin varoluşu da beynin var oluşudur. Bu nedenle dış görünüş, toplumsal onayın bir aracı hâline gelmiş; estetik görünüm, sosyal statü kazanmanın ya da bir grubun parçası olmanın anahtarı sayılır hale gelmiştir.
Bugün sosyal medyada kullanılan filtreler ve dijital estetik araçları, özellikle genç kızlarımızda gerçeklikten uzak, ulaşılması neredeyse imkânsız bir güzellik algısı yaratmakta ve bu durum, zamanla psikolojik bir bağımlılığa dönüşmektedir. Bu kusursuzluk illüzyonu, kişinin kendisini sürekli yetersiz hissetmesine ve gerçek benliğini reddetmesine yol açan ciddi bir ruhsal sorun hâline gelir zamanla. Ne yazık ki “güzel olmak” artık yalnızca bir estetik tercih değil; bazen bir kadının, sadece eşi tarafından sevilmeye değer bulunmasının şartı hâline gelmiştir. Bu da güzellik algısının yalnızca bireysel değil, aynı zamanda toplumsal ilişkilerde de ne kadar belirleyici bir güç hâline geldiğini açıkça ortaya koyar.
İçinde bulunduğumuz modern toplumda güzel görünmek, yalnızca beğeni ve ilgi görmek değil, aynı zamanda popülerlik kazanmak anlamına da gelmektedir. Tam da bu noktada sosyal medya devreye giriyor ve güzellik algısını daha da keskinleştirerek körüklüyor. Paylaşılan her video ya da gönderide alınan beğeniler, beynin ödül merkezini harekete geçiriyor ve dopamin salgılatıyor. Bu da kişide yalnızca özgüveni değil, zamanla narsistik eğilimleri de artırıyor. Sonuç olarak, kişi tekrar tekrar güzel görünme arzusu duyarak dijital bağımlılığın pençesine düşüyor.
Ancak her bağımlılıkta olduğu gibi, burada da karanlık bir yüz var. Sosyal medyada sürekli karşılaşılan kusursuz görünümler, başkalarının kendi bedenlerini ve yüzlerini çirkin, değersiz ya da yetersiz hissetmesine neden oluyor. Bu noktada madalyonun öteki yüzüyle karşılaşıyoruz: Görünmez olduğunu düşünen, sevilmediğini hisseden ve toplumdan dışlandığını sanan bireylerin ruhsal çöküşü başlıyor. Bu bireyler ya kendi iç dünyalarına çekilerek sessizleşiyor ya da toplumla kurdukları ilişkiyi agresif ve savunmacı bir tavra dönüştürüyorlar.
Görünür olmak, kabul görmek ve onaylanmak uğruna verilen bu savaş, insanın kendiliğinden uzaklaşmasına, öz benliğini, doğallığını ve içsel huzurunu yitirmesine sebep oluyor. Oysa gerçek güzellik, dışsal ölçütlerle değil; içsel denge, özgünlük ve kendini olduğu haliyle kabul edebilme cesaretiyle ilgilidir.
Tam da bu noktada, ebeveynlerin rolü hayati bir önem taşıyor bence. Çocuklarımız dijital dünyanın içinde doğuyor; kolay ve parlak görünen bu dünyanın, aslında derin ve karmaşık sınavlarla dolu olduğunu fark etmeden büyüyorlar. Bu dünyada en büyük desteği, yönlendirmeyi ve sevgiyi almaları gereken yer ise evleridir. Ebeveynler, yalnızca çocuklarını mutlu etmekle değil; onları sağlıklı bir benlik algısıyla büyütmekle de sorumludurlar.
Örneğin, takma tırnak yaptıran bir annenin, on yaşındaki kızının da aynısını yaptırmasına izin vermesi; ilk bakışta masum bir paylaşım gibi görünse de aslında çocuğun gelecekteki mutsuzluklarını besleyen bir zemine dönüşme olasılığı yüksektir. Çünkü her yaşın kendine özgü bir güzelliği, bir duruşu, bir yaşam ritmi vardır. Henüz içsel kimliği oluşmamış bir bireyin, fiziksel görünüme odaklanarak büyümesi; yaş ilerledikçe içsel boşluklara, doyumsuzluklara ve benlik krizlerine yol açabilir. Ve bu krizler, zamanla psikolojik hastalıkların temelini oluşturabilir.
Bir çocuğun ilk aynası annesidir, ilk onayı babasındadır. Bu yüzden çocuklarımıza öğreteceğimiz en değerli şey, güzel görünmekten önce değerli hissetmek olmalıdır. Onlara her hâliyle yeterli, her hâliyle sevilmeye layık olduklarını gösterebildiğimizde; dış dünyanın sahte standartları değil, içsel ışıkları yolunu aydınlatır.
Belki de artık şu soruyu hep birlikte sormanın zamanı gelmiştir: Kendimize ve birbirimize aynada değil, kalpte bakmayı ne zaman öğreneceğiz? Ve en çok da çocuklarımıza yaşları ne olursa olsun her hâlleriyle güzel olduklarını, varlıklarının mucizenin kendisi olduğunu, güzelliğin dışta değil içte olduğunu göstererek bu dipsiz kuyuya benzeyen sosyal medya dünyasına karşı bilinçli olmak hepimizin görevi. Çünkü her birey biricik ve özeldir.