Her şeyin birbirine girdiği o günlerde, bir nefes her şeyi toparlayacakken oksijeni çekecek takati bulamazsın ya bedeninde…
Tam olarak öyle anlardan biriydi işte, karar verdiğim an.
Her şey, hiç bilmediğim bir semtin,
Hiç tanımadığım bir işletmesinde,
Kahvemi içerken oldu.
İçimde beliren bu ışık, bir anlam ifade ediyordu ve ben o anlamı anlayamayacak kadar yorgundum.
İnsan, kendine bile yorgun olur muydu?
Bu sorunun cevabını henüz bulamamıştım ki,
Yeni sorular üretiyordu zihnim.
Cevabını veremediğim onlarca soruyla baş başaydım artık.
Durdurmak istediğim şey zaman değildi.
Çünkü zamanı durdursam da sürekli üreten bir fabrika gibi çalışan zihnimi durduramayacak gibiydim.
Korku, endişe, çaresizlik gibi duygular, yavaş yavaş bünyeme sirayet ediyordu.
Bir ara aklımı yitirdiğimi düşündüm ve emin olmak için kendime bilimsel sorular sormaya çalıştım.
Çalıştım diyorum çünkü sürekli sorular üreten zihnimle verdiğim mücadeleyi anlatmaya kelimelerim yetmiyor, inanın. Neyse ki iki kere ikinin dört ettiği konusunda bilimle mutabık kalabilecek seviyedeydim. En son ne zaman o kadar mutlu olduğumu hatırlamıyorum.
Gülmeyin…
Çünkü bu, aklımın hâlâ yerinde olduğunu gösteren bir işaretti ve o an, bunu bilmeye çok ihtiyacım vardı.
Şimdi size bütün bunların, bir nefes alma mesafesinde olduğunu anlattığımda inanmayacaksınız ama kutsal saydığım bütün değerler üzerine ant içerim ki bir derin nefeslik mesafedeydi tüm bu yaşananlar ama hallettim.
Gelin şimdi size bu kaotik durumdan nasıl çıktığımdan bahsedeyim. Ya da önce kendimi oraya nasıl hapsettiğimden başlayayım.
Son günlerde her şeye ve herkese benim yetebileceğime çok ikna olmuştum. Sanki ben olmazsam hayatında olduğum hiç kimse, yaşamını idame ettiremeyecek gibiydi. Farkında olmadan kendimi tanrılaştırmış olmamınsa normal bir şey olduğuna o kadar emindim ki…
Birinin hastanesi, öbürünün sınavı, diğerinin yetişmeyen işleri, verilmesi beklenen cevaplar, dönülmesi gereken telefonlar ve cevaplanması gereken yazışmalar… Devam etsem bu liste uzar ama bu kaosla sizi daha fazla yormak istemiyorum inanın.
Sonra bir akşam evde çamaşır katlarken buldum kendimi. Elimdeki kıyafetle uyuyakalmışım olduğum yerde. Annem bir elbiseyi örtmüş üzerime. Uyandığımda elbiselerle birlikte aynı koltuktaydım. Her şey normalmiş, dakikalar ya da saatler önce olduğu yerde yığılan ben değilmişim gibi kalktım, çamaşırları katlamaya devam ettim. Onları dolaba yerleştirdim ve uyudum. Son günlerde yaptığım her şey bundan ibaret olmuştu. Uyanıyordum, işe gidiyordum, işten geliyordum, ev işi yapıyordum ve uyuyordum. Bekâr biri olmama rağmen yirmi dört saat olarak belirlenen günü, kendi yaşam döngüme yettiremiyordum. Uzun zamandır da düşündüğüm bir şeydi.
Sahi, neyi eksik yapıyordum?
Biliyor musunuz, tam olarak bu soru kafamın üzerindeki bütün ampulleri yakmaya yetti.
Eksik bir şey yoktu elbette. Tam tersi, fazlalık bile vardı.
Herkese, her yere ve her şeye yeteceğim derken
Kendime o kadar çok “an” borçlanmıştım ki…
İşte bütün bunların gölgesinde hayat akıp giderken,
Bilmediğim o semtin, bilmediğim o işletmesinde içtiğim o kahveyle fark ettim her şeyi.
Ben, herkese yetmişim de bir kendime ayıramamışım zamanımı.
Alma verme dengesi dedikleri o yaşam tarzında,
Terazinin alma tarafı hep havada kalmış.
Öyle çok vermişim ki, bana bile kalmamış.
Velhasıl;
Dünya dedikleri, o üç günlük yaşam alanında, oksijeni çekecek gücü bulamadığım o anlarda, bir aydınlanma yaşamak istedim.
Tabi ki beceremedim…
Çünkü dışarıda gördüğünüz kadar güçlü,
Sandığınız kadar umursamaz
Veya sustuğum kadar sakin bir hayata sahip değildim.
Sadece kendi içimde çözmeye öylesine alışkındım ki,
Kimsenin sofrasına meze edemedim kendimi.
Şimdi düşünüyorum da,
Bir şansım daha olsa, ben yine bundan başkası olamazdım.
Çünkü büyüdükçe dünyayı temiz tutmaya çalışmanın bedeliydi, bugün, bunca yorgunluk, anladım…