Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır
1930’larda ilk tango seslendiren Seyyan Hanım olsa da, Macar Senfoni Orkestrası’na eşlik eden Dilek Türkan’ın o duru sesi kulaklarımda. Bir yandan yazıp bir yandan söylüyorum.
Ben de gönül çektim eskiden
Yandı hayatım bu sevgiden
Anladım ki bir aşka bedel
Gençliğimmiş elimden giden
Elliler kulübüne yeni girenlerden biri olarak kız arkadaşlarımla beraber olduğumda konu dönüp dolaşıp aynı cümleye geliyor:
Ne çabuk geçti!
Elli!
Nicel olarak topu topu iki basamaktan, dört harften oluşan bir rakam olsa da nitel olarak süper bir kafa. Yıkanıp süzülmüş, demlenmiş bir ruh hali.
Geçmişle kıyaslayınca hepimiz yaş almanın getirdiği fiziksel değişikliklerden muzdaribiz ama, “Yıkılmadım ayaktayım, zalimlere, kötülere yenilmedim buradayım,” diye mırıldanarak göz kenarlarımızdaki kırışıklıklarla barışmayı tercih ediyoruz. Klasik kadın muhabbetlerine kısa bir giriş yapıp aralıklı oruç, ketojenik beslenme, hareketli yaşam konuşuyoruz.
Kimimiz çoluk çocuğu büyütüp, evliliği belli bir kıvama getirmenin huzuru içinde, kimimiz çalışma hayatının son demlerinde… Gereksiz strese, toksik ilişkilere, yapay gıdalara olduğu kadar yapay insanlara çoktan veda etmişiz.
Fazla anlam yüklediğimiz olaylara karşı algımızı değiştirmişiz.
Son yirmi yılın muhakemesini yaptığımızda fark ediyoruz ki odak noktamız değişmiş. Otuzlu yaşlarımızdaki iş ve aile yaşantısındaki koşturmalar yerini kırklı yaşlarda, olaylara ve insan davranışlarına fazla anlam yüklemeye bırakmış. Elliye girerken ise karşımıza çıkanları elekten geçirip elimizde kalanların kıymetini gösteriyor hayat bize. Kendi sağlığımızı ve sevdiklerimizin sağlığını önemsiyoruz. Kendimize ait kıymetli zamanın tadını çıkarmak ağır basıyor. Daha önce hep yapmak isteyip bir türlü yapmaya zaman bulamadığımız hayalleri gerçekleştirme zamanı şimdi.
Otuzlu yaşlarda hayat jet skiye binip son sürat giderken çarpan dalgalarla boğuşmakken, kırklı yaşlar bir kayığa binip kürek çekmekmiş. Elli yaşın hissettirdiği ise teknenin yelken modu. Motor sesi duymadan, rüzgara ve akışa bırakılan dingin bir süzülme hali. İçinde bulunulan halin ve doğal güzelliklerin daha net ve sakince gözlemlenebilir olma durumu. İtici güç olan temel direğe bağlı ana yelkeni açıp olası fırtınalara karşı direnmektense, Cenova’yı açıp daha esnek, ayarlanabilir, ani rüzgarları yakalamayı tercih etmek şimdiki durumumuz. Tenimize değip geçen tatlı bir meltem… Ciğerlerimizde deniz kokusu. Hani şu okulda defterimize, sıramıza, bembeyaz sayfalara adını yazdığımız duygu…

Sarmadımsa da belden,geçmedim bu emelden
Bir hazin maceradır onu aldılar elden
Başkasına yar oldu, eller bahtiyar oldu
Gönlüm hep baştan başa viran bir diyar oldu
Yıllar içerisinde doğadan ve topraktan uzaklaştıkça nasırlaşan ruhlar olmuşuz. Lüks ofis, rezidans veya kampüslerde pencere önündeki birkaç bitki görmek dışında yeşilliğe ve güneş ışığına maruz kalamayan köleler olmuşuz her birimiz. Bu yarı açık cezaevlerinde tutsak bedenlerimiz ve nasırlaşan ruhlarımız tüm gün oruç tutup iftar vaktini bekleyenler gibi yıllarca beklemiş. Şimdi bizler için iftar vakti.
Kadınlara özgü olsa gerek… Kadınlar uzun süren açlıklarını neyle açacaklarını bilirken, erkeklerin çoğunun ne yapacağına dair pek planları yok. Hangi kız arkadaşımla konuşsam sanatın bir dalıyla yakınlaşma çabasında. Tiyatro kulübüne girenlerden, heykel veya seramikle dünyanın gürültüsünden uzaklaşanlara; resim yeteneğini keşfedenlerden tango yapmaya başlayanlara kadar…
Okumak ise bu yolculuğun olmazsa olmazı.
İşte bu yolculukta karşılaştığım kitaplardan biri: Marta Savigliano’nun Tango: Tutkunun Ekonomi Politikası adlı kitabı. Savigliano, kitabında tangonun başlangıçta yerel, marjinal bir tutku ifadesi olarak ortaya çıktığını, ancak zamanla ekonomik, politik ve kültürel stratejilerin etkisiyle yeniden yapılandırıldığını savunuyor.
Adorno’nun kültür endüstrisi kavramıyla karşılaşanlar hatırlar. Adorno, özgün kültürel ifadelerin kapitalist üretim süreçleriyle standartlaştırılarak ticarileşmesini ve kitlesel tüketim nesnelerine dönüştürülmesini eleştirir. Marta Savigliano’nun tangoyu yeniden yapılandırması savı da bu bağlamda Adorno’nun görüşleriyle paralellik gösteriyor.
Kitapta beni en çok düşündüren şey tango üzerinden, tutkunun bile bir ekonomik araç haline getirilebiliyor olması.
Her ne kadar duyguların yaşadığımız kapitalist dünyada paketlenip pazarlamaya sunulmasına aşinaysak da, bir konuda Savigliano ve Adorno’ya katılmadığımı söyleyebilirim. Tutkuyla özdeşleşmiş bir dans olan tangonun kültür endüstrisinde payının olması bizi hiç rahatsız etmeyeceği gibi memnun bile eder.
Doksanlı yılların başında “Kadın Kokusu” filmini izleyenler hatırlar.
Filmde Al Pacino’nun canlandırdığı karakter, görme yetisini yitirmiş olsa da, dans sırasında adeta içsel bir ışığı yeniden keşfeder. Karizmatik, zarif ve tutkulu hareketleri, yalnızca fiziksel bir dans performansı değil, aynı zamanda yaşamın acılarına rağmen yeniden hayata tutunmanın, duyguların yeniden canlanmasının bir ifadesidir.
Göz temasından, zarif el hareketlerine, vücudunun ritmik akışından, ani duraklamalarına kadar her detay, kadın izleyicilerde gizli bir gülümseme oluşturur. İşte bu yüzden tango tüm dansların içerisinde tutkuyu en iyi ifade edebilendir. Her bir figürün ve hareketin sembolize ettiği duygular gerçek hayatta da kadın-erkek ilişkilerinin metaforu değil midir?
Erkek dansçının sergilediği “Caminata” (yürüyüş) figürü, kararlılık, yol göstericilik ve hayat yolundaki izini simgelerken, kadın dansçının zarif ama belirgin adımları, hayat yolculuğu, kişisel kimlik arayışı ve içsel tutkunun sembolüdür. Aynı zamanda kadının yaşamındaki sürekli değişim, yeniden doğuş ve özünü keşfetme sürecine dair bir metafor olarak yorumlanır.

“Ocho”, bir başka deyişle “Sekiz hareketi” kadın dansçının kendi ekseni etrafında yaptığı dönüşlerdir. Bu dönüşler aslında kadının içsel dönüşümünü, duygusal dalgalanmalarını ifade eden nefis bir görsel anlatımdır.
Benim izlemekten en keyif aldığım hareket olan Boleo (bacak savrulması) ise dans sırasında ani ve beklenmedik temaslarla duygusal yoğunluğu ortaya koyar. Bu ritmik hareketler, kadının iç dünyasında yer alan karmaşık duyguları – çekim ve itme – arasındaki ince çizgiyi beden diliyle dile getirir.
Önünde ben geldim de dize
Yar olmadı bu kimse bize
En nihayet düşüp can verdim
Gözündeki yeşil denize
Ne göğsünde uyuttu beni
Ne buseyle avuttu beni
Değerli kadın sanatçılarımızdan Aslı Sinman Kutluay’ın tablolarını görenler, bu ritmi resimlerde gözlemleyebilirler. Sevgili Aslı, kadın figürün aşka ve özgürlüğe olan tutkusunu, vücudunun kıvrımlarını fırçasındaki dokunuşlarla aktarır bize. Kadının bir kıvraklıkla erkeği çektiğine, kafası karışınca ise aynı hızla ittiğine şahit olursunuz.
Enteresan bir danstır tango. Bir nevi aşk, tutku ve özgürlüğün dışa vurumu. Kadını elleriyle yönlendiren erkek, kadının hareketlerini kontrol eder gibi görünürken, kadın her adımında yaşamın karmaşık duygularını ve içsel gücünü narin bir isyanla ifade eder. Görünürde erkeğe teslimiyeti andıran zarif hareketlerin ardında, kendi kaderini çizen, tutkularını özgürlüğe dönüştüren ve adeta yaşamın ritmiyle yeniden doğan bir varoluş manifestosu yatar.
Elliler kulübü, kadınların tangosudur hayatla. Mazi kalbimizde yaradır belki ama o yaralar çoktan kabuk bağlamıştır.
Kaynakça: The Culture Industry; Theodor W Adorno,1941-Tango:TutkununEkonomiPolitikasi, Marta E. Savigliano,2020.
Bu yazıda yer alan görseller telif hakkına tabidir.