Bir zehir birikir odalarda
Almaz ki veresin rüzgâra.
Rüzgâr deli değil.
Behçet Necatigil, Ölü Çizgi
Ne kadar zamandır pencereden sokağı gözetliyorum, çok bilemiyorum. Zaten vaktin kaç olduğu da akrep ve yelkovanın birbirlerini izlemesiyle belirlenemez benim günümün akışında. Zamanım; kaynanamın sabah kahvaltısı, kaynanamın öğlen yemeği, kaynanamın ikindi süt vakti, kocamın ve kaynanamın akşam yemeği olarak tanımlanır benim nazarımda. Hazırla, pişir, götür, getir, yıka, pakla koşturmacası olarak bölümlenir hayatım bilmem kaç zamandır. Ha bir de eskicinin, evlerin temizlik günlerinde aralarından hafif sabunlu sular akan, bir kısmı Arnavut kaldırımlı, bir kısmı ise bozuk taşlı olan bu sokaktan geçmesini beklemek de günlerimin değişim zamanını belirlemek demektir benim için. Eskici haftada kaç gün geçerse sokaktan, o kadar gün yaşamış sayarım kendimi. Eskiciye gerçekten vereceğim şeyleri düşündüğüm gün yaklaşıyor diye kalbim çarpmaya, avuç içlerim terlemeye başlar. Hem vedaların üzüntüsünü hem de kurtulmanın suçluluğunu bir arada yaşar, kendime acımakla, zalimlik yapmak arasında dolaşır ruhum. Aynı küçük mutfağımla kaynanamın odası arasında dolaştığım gibi. Bir de neye veda edeceğimi bilemem ya, o da beni panikletir, eve kapatır; istesem de çıkamam sokaklara.
İşte o zamanlar eskici geçer sokaktan bağırarak umarsızca. Ben pencereyi açarım, tam “Şunları alır mısın eskici?” diye bağıracağım, sesim çıkmaz olur, kimse duymaz olur, eskici kafasını kaldırır gibi olur. Sanki o da “Bu sefer de olmadı,” umutsuzluğuyla devam eder iki ön tekerlekli, kollarıyla yürüttüğü, verilenlerden de eski arabasını sallana sallana sürüklerken. Bir geçsin eskici sokaktan, bu sefer vereceğim hepsini, diye düşünürdüm kendi kendime, elimde katlayarak tuttuğum mecmuayı da sıkarak.
O kadar koşturmama rağmen kaynanamın yatalak olmasını ayakta olmasına tercih ettim hep. O kan pıhtısının gözünü seveyim, ne güzel de sabit kalmış damarında. Vücudundaki kanına bile talimat veriyordur o. Ama şu küçük pıhtının yaptığı büyük isyana bak sen. Seni dinlemeyeceğim bu sefer, deyip takılı kaldı inatla damarında. Kan bu işte, kafasını attırdı mı sıçrayıverir beynine. Benim de kan sıçrasaydı ya beynime, koca poposuyla sığışmaya çalıştığı küçücük, cılız ışıklı lambalı mutfağımda. Soğanlarımı doğramaya çalışırken, kıymamı kavurmaya çalışırken, ıspanaklarımı yıkamaya çalışırken atsaydı ya benim de kanlarım tepeme, ne olurdu sanki? Ne olurdu sesimi bir çıkarıverseydim o söylenirken bana? “Nuri sevmez! Soğanları iri doğrama. Nuri sevmez! Kıymalar topak kalmasın. Nuri sevmez! Aman ıspanaktan kir çıkmasın. Nuri sevmez, Nuri sevmez… Varsındı Nuri sevmezler olsundu hayatımda. Mecmuama bakar gene kendimi rahatlatırdım ben. Onun hiç bulamayacağı, bulsa da anlayamayacağı, anlasa da alamayacağı şeylerin olduğu mecmuamdan. Bu yoksunluğu bir keyif verirdi içime gizliden gizliye. O, ocakta pişen tenceremi bilmiş bir şekilde sallarken, koca poposunu daracık mutfağa sığdıramazken, renklerini mutfağımın cılız ışında kaybetmiş sebzelerimi, meyvelerimi gelişigüzel buzdolabıma yerleştirirken, ben onun asla bulamayacağı yere sakladığım mecmuamı düşünürdüm. Sinsice içimden onu cezalandırırdım.
Düzenle içini yerleştirdiğim buzdolabımı mahsus dağıtır, pazarlık poşetleri tıkıştırırdı hızlıca. Sonra da karşıya geçip benim onları tekrar düzenlememi seyrederdi hınzırca. Ispanaklar alt çekmeceye, kahvaltılıklar üste, yoğurt süt filan orta çekmecede sol tarafta dursun da pişirdiğimiz yemekleri koymaya yer açılsın tencerelere. Boşalt, çıkar, topla, yerleştir, boşalt, çıkar, topla, yerleştir…. Bir geçsin eskici sokaktan, bu sefer vereceğim hepsini diye düşünürdüm kendi kendime, elimde katlayarak tuttuğum mecmuayı da sıkarak…
Ölüm kokan odasına öğünlerini yedirmeye girdiğimde, her seferinde yeni görmüş gibi olur şaşırırdım, odanın kenarlarında duran yığınlara. Kalın perdeli, yarı loş odadaki biriktirdiklerine hayretler içinde tekrar tekrar bakar, kaçırdığı sakladığı şeylerin ucuzluğu, basitliği, kolay bulunabilir olması karşısında, bir türlü anlayamazdım biriktirmelerinin nedenini, nasılını. Yığınla eski gazeteler, yığınla üst üste konmuş yün yorganlar, yığınla pikeler, bir tane davul fırın, dolabın zor kapanan kapağından görünen, sarkan çarşaflar… Onlara dalmış bakarken, acımayla tiksintiyi bir arada yaşardım hep. Benim mecmuamın içindekileri bir görse, bu kadar güzel şeylere de sahip olunabileceğine inanır mıydı acaba? Herhalde onları biriktirmek istemezdi. Güzeldiler, asildiler, gerçek olamayacak kadar büyüleyiciydiler ve hep benim yanımdaydılar bir de. Bir geçsin eskici sokaktan, bu sefer vereceğim hepsini, diye düşünürdüm kendi kendime, elimde katlayarak tuttuğum mecmuayı da sıkarak…
Her seferinde, sadece çatı katına bağlanan daracık merdivenlerden hep aynı heyecanla çıkardım. Sanki ilk kez görecekmişim gibi onları… Gece bütün işlerim bittiğinde eşyalarıma bir merhaba demeden uykuya gidemezdim. Zaten uyumak da istemiyordum. Nefes almaya yeni başladığım vakitlere kavuşmuş, yatağa gidişimi elimden geldiğince uzatmaya çalışarak tavan arasında dururdum. Bu evde tam ait olma hissini yaşadığım yegâne yerdi bu tavan arası. Beyaz saçlı yaşlı kocam, evlendiğimizde kendi evimden getirdiğim eşyaların burada durmasına izin vermişti de sevincimden hayatımda bir kere bile olsa, vücudumla birlikte ruhumu da vermiştim ona o gece. Boyum biraz daha uzun olsaydı kafamı toslayacağım çatıda, eğilerek evimden getirdiğim yatağıma oturdum. Çocuğum olsaydı ona verirdim, diye evde bırakamadığım yatağıma. Kimdeydi kusur bilmem ama, arzum mecmuamın sayfalarında sıkışmış kalmış bir halde olduğumdan mıdır nedir, yumurtalarım küsmüştü bana. Ödüllendiremedim kocamı maalesef. Bu tozlu, küçük odada duran çeyiz sandığıma baktığımda, her gün ev temizliğine giden anamın, yaşlı bir adama varmam yüzünden döktüğü gözyaşlarını da sandığın içine akıttığı gelirdi aklıma. Oysa ben kimseden buraya kaçmadım ki. Çatıları, güneşe siperlikli evleri olan, taşlı sokaklarının haftada iki gün sabun suyu koktuğu, eskicisini hasretle beklediğim bu memlekete… Bizim apartmanın yöneticisine öfkelendiğim için geldim ben buralara. İki kardeşimle paylaştığımız daracık odamızda, bir kol kadar uzak mesafedeki dar yataklarımızda yatarken, yönetici, kapıcı olan babama söz vermişti ya, alıvermiştim hemen mecmuayı heyecanla. Apartmana ait olan yan arsadan bir kısım verecekti ki bize, evimiz genişlesindi, odalarımız ayrılsındı. Her gece mecmuamdan, kendi odam olduğunda oraya neler alacağıma bakar, kafamda sadece bana ait olacak olan odamı düzenler düzenler dururdum. Ta ki apartman kararından vazgeçinceye, bizi gene aynı evimizle baş başa bırakıncaya kadar. Gece osuran kardeşim ve anlaşılmasın diye duvara dönük yatağında, bir ileri bir geri sallanarak gizlice keyif yapan diğer kardeşimle baş başa kalmıştım gene. Başıma bir ağrı girdi. Ruhsuz beyaz saçlı, yaşlı kocama mecmuamla vardım, belki bir gün oradakileri alırım, odamı güzelleştiririm diye. Nerden bilebilirdim ki bu küçük tavan arasından başka hiçbir şeyin bana ait olmayacağını… Etrafa baktım, gençlik eşyalarıma. Bir geçsin eskici sokaktan, bu sefer vereceğim hepsini, diye düşündüm kendi kendime, elimde katlayarak tuttuğum mecmuayı da sıkarak…
Bir gündüz, kaynanamın bir yemeğini verdikten az sonra, evlerin bir temizlik gününde, yanımda bir torba ile bir pencereden elimde sıkıştırdığım bir mecmua ile, eskiciyi beklemeye başladım sokağın sessizliğinde. Önce sesi geldi iki tekerlekli, iki koluyla takır tukur sürüklenen arabanın. Sonra kendini gördüm sokağın başında. Donduğumu hissettim. Bu eskileri vermeliydim ona. Pencerenin bana vuran aksinde donuk gözlerimi gördüm, beynime sıçrayan kanımı, terleyen avuçlarımı ama asıl, kararlılığımı gördüm kendime bile şaşırarak. Bu eskileri vermeliydim ona, diye düşündüm hızlıca. Pencereyi açtım sabırsızlıkla. Düşüncelerim hem çok hızlı hem de yavaş ilerliyor, beynim böceklenmeye başlıyordu. Bu eskileri vermeliydim ona. Bu eskileri vermeliydim ona. Bu sefer vereceğim hepsini, diye düşündüm, elimde katlayarak tuttuğum mecmuayı da sıkarak… Seslendim. “Eski…”
Yukardan uçan, yerde kanlar içinde yatan genç kadının başında toplandı sokaktakiler şaşkınlıkla. Yanında elinden savrulan ev mecmuasına, içindekileri yerlere saçılmış torbaya, sesinde “Eskici,” diye bağıran, tamamlayamadığı cümlesi ile boylu boyunca yatan kadına.