Biliyorum, biliyorum… Üzerine bol bol yazıldı, çizildi… Fakat ben henüz ara ara açıp izlemekten usanmadım. Yaparım bunu. Aynı filmleri yeniden bir daha izlerim. Repliklerini ezbere bilsem bile sıkılmam, ilk kez izliyormuş gibi gözlerimi pür dikkat ekrana dikerim. Özellikle Yüzüklerin Efendisi ve Harry Potter bağımlıları neden bahsettiğimi çok iyi biliyorlar, eminim. Güvenli hissediyorum bildiklerimi yinelerken. Bazı kitaplarım da var böyle; döner döner okurum. İçlerinde bir şeyler belli ki bana iyi hissettiriyor, bir şeyler çağrıştırıyor veya bana dokunuyor. Queen’s Gambit henüz ezberlediklerimin arasına dahil olmamış olsa da o yolda ilerliyor, hissediyorum.
Diziyi yorumlamayacağım, hayır. Yalnızca izlerken aklımdan akanların yakalayabildiğim kadar not aldıklarımı paylaşacağım. O halde, şöyle başlıyoruz…
Bazı sevgiler var. Yaşanmasından öte gösterilmesi kolay olmayan sevgiler. Hiç “Seni seviyorum,” cümlesinin dile gelmediği mesela. Bir kez bile “İyi ki varsın,” denmemiş. Buna rağmen çok nadiren de olsa en gerekli anlarda bir el tutuşmayla veya bir sarılmayla şefkat ve desteğinin varlığını gösteren sevgi çeşidi bu.
Herkese yetecek bir ikili ilişki çeşidi değil. Çekingen veya kaçıngan bağlanmış, büyürken kısmen sevgi görmüş ve yetmemiş yine de hâlâ umut taşıyan sevgi arayışçısına değil; bu arayıştan tamamen vazgeçmiş, hatta ve hatta sevginin getirilerine inanmayı terk etmiş bireylere huzur verme ihtimali olan bir sevgi bu.
Somutlaştırırsak, Beth Harmon ile onu evlat edinen annesi arasındaki gibi bir sevgiden bahsediyorum. Erkek egemen dünyada yapayalnız kalmış iki kadının öyküsü bu.
Bu sevgi, onun gidişine ağlamadığı, gelişine gülmediği veya yıllar sonra karşında bulunca henüz bir önceki gün görmüş gibi yürümeye devam ettiği (Harman-Fowles karşılaşma sahnesini belki hatırlarsınız), poker suratıyla yaşadığı, blöf yaptığı türden… Evet “Seni seviyorum, iyi ki varsın,” demez fakat ona onun için en değerli yaşanmışlıklarını anlatır. Onun hiç anlamayacağını bile bile ona içini anlatır gibi paylaşmak isteyeceği tek insana anlatır. Yorum yapamaz veya söyleyeceği her şey teknik olarak yanlıştır ve onu sakinleştirmez; hatta üstüne üstelik onu sinirlendirir bile. Yine de tüm ilgisi onda kalarak onu dinleyecek kişi olduğuna inanır, bunu bilir. Sevginin bir ihtiyaç ve tabir-i caizse gıda olarak nitelendirilmesinin ana nedenlerinden biri de bu değil mi? Ne konuştuğundan çok, konuşmaya çaresizce ihtiyaç duyulduğunda ne cevap vereceğini düşünerek değil de karşısındakini duymaya çalışarak var olması. Anlattıklarının altında saklanan duyguyu hissedebildiğini bildiğinden tüm beynini ona kelimelerle kusar da gösterir durur. Bu sevgiye dair tavrı değildir aslında; hayatının akışı mizacını buna evirmiştir, sevme biçimi de bundan nasibini almıştır.
Vezir Gambiti’nin önce dizisini izlemiştim, sonrasında kitabında okumuştum. Dizileri veya filmleri çekilmiş metinlere yaklaşımınız nasıldır bilmiyorum; sanırım herkesin tutumu farklı. Bazı metinleri beyaz perdedeki yansımaları meşhur ederken, bazılarınınsa metni önden keşfedilmiş ve gişe rekoru garanti altına alındıktan sonra çekilmiştir. Neyse, konudan çok sapmak istemiyorum. Benim için durum genelde tercih ettiğim sıra Vezir Gambiti’nde yaptığım değil. Kelimelerin yan yana gelerek, cümlelerin peş peşe akarak verdiği duygu, iç sesleri okumak ve betimlemelerle hayal gücümü uyandırmak burada büyük etken; kamera açılarının dramatikliği ve mimiklerin gücüyle aktarmakta bazen zayıf kalabileceği inancındayım. Buna istisna denk geldiklerime Anya Taylor-Joy’un karakteristik yüz yapısı, bakışları ve mimiklerinin ifadesizliğinden bile yansıyan derinliği… Fakat dizi çok tutunca kitabı popüler oldu, ben de bu durumdan nasibimi aldım ve pişman da olmadım; kitap diziyi adeta bütünledi.
Hayata tutunurken inişler ve çıkışlar, başarıya – ki başarı tanımı artık her neyse – giderken batıp çıkmalar, kayıplar, kazançlar; kısaca hayat, ne güzel geldi bana yeniden izlemek.
Hayatın bazı dönemleri diğerlerinden daha zor.
Oyalanırken, meşgulken, yoğunken, odaklanmışken etkisini yitiren geçmiş bir kayıpla, bir başarısızlıkla, bir hatayla, bir tatminsizlikle sinsice yıllarca beklediği yerden hortlayabiliyor. Onu çıktığı deliğe geri tıkmak, daha da iyisi bünyeden kusup atmak aylar, belki yıllarca sürüyor.
Geçmişin hüznüne tek bir temas, onu zamansızlaştırarak tüm tazeliğiyle yaşanan ana getiriyor. Kendine ne kadar tüm olanların yaşanıp bittiğini, yeniden yaşanmayacağını, oradaki hayalet ve canavarların orada cansız halde gömülü olduklarını ve dirilmeyeceklerini hatırlatırsan hatırlat, geçmiyor. Uyanıkken geçse kabuslarında seni avlıyor. Yatağından ya yüksek nabızla ya ıslak pijamalarla, hatta ve hatta mide bulantısıyla uyandırıyor.
Öyle bir temas yaşandığında, yani geçmişin bir mayın tarlasıyken hayatından geçen biri seksek oynamakla bile o mayınlardan birine denk gelecekken tarlalarından bodoslama geçildiğinde tüm sorumluluklarını ve zorlama ittirme ilerleyen yaşamını bir kenara bırakıp, tamamen kontrolsüzlüğe, dinleneceğine inandığın o dibe vurmuşluğa, alkole, uykuya ve tüm kötü eski kaçış alışkanlıklarına teslim olmayı çılgınca isteyebilirsin. Ve işe yarayabilir de. Ta ki artık batacak derinlik tükenene ve ayakların en dipteki kum birikintisi veya o taşa değene kadar. Orası senin ayaklarını yere vurup kalan son gücünle kendini yukarı fırlatma fırsatını son kez verecek nokta. Tabii batmaya başladığın yerin Mariana Çukuru olma ihtimalini her zaman akılda tutmak gerekli… REM uykusuna dalmak üzereyken sonsuza kadar düşmeye devam edeceksin hissini yaratan o rüya veya duru görü gibi, sonu gelmeyen düşüşlerden birini yaşamaya başlamış olma olasılığına karşın tetikte kalmaya çalışmak her ne kadar kalan son gücünü harcasa da, çıkışı olmayacak o kayboluştan sakınmaya değer olacağını unutmamak önemli… Hayatınızda bir kenarda size varlıklarını belli etmeseler de sizden haberleri takip eden ve sizi önemseyen, kapınıza dayanacak bir Beltik veya Jolene olup olmadığını bilemeyiz, değil mi?
Beth Harmon, Paris’te Borgov maçına akşamdan kalma haliyle geç kalıp da maç boyu konsantrasyondan yoksun, kontrolsüz hatta motivasyonu düşük o performansını sergilediğinde (bunca yıl sonra spoiler verdin ama?! diyen çıkmaz bence), büyük düşüşlerinden birinin (belki de en büyüğünün) başlangıcına tanık oluyoruz. Ardındansa az önce bahsettiğim geçmişin canavarlarına gönüllü ve adeta ihtiyaç duyar halde teslim oluyor. Dibe çökerken aslında gizlice ihtiyaç duyduğu o alışılmış zehirli nefesle dinleniyor. Ta ki Mr. Shaibel; geçmişinin gerçek kahramanı ve hayatının temelini atan mimarı, ilk dostu, ilk ailesi hayatını kaybedene dek…
İşte bu kayıp, vasıtasıyla Jolene’i Beth’in kapısına dayayan bu haber, düştüğü yerdeki dip taşları…
Geçmişinin hayaletleriyle dans etmek yerine, geçmişinin hayaletlerine 64 kare tahtada Vezir Gambiti açılışıyla meydan okuduğu yere getiren o taşlar.
Varlıklarıyla da yokluklarıyla da yaşamlarıyla da ölümleriyle de yaşamda sessiz sakince var olmaları ve sessiz sakince göçmeleriyle de Beth’i 16 taşla mücadeleye taşıyan o taşlar…
Hayat daimî kazanç değil. Bunu kabul ederek başlıyoruz zaten. Fakat hayat daimî düşüş de değil. Kimimizin salınımı sinüs ve kosinüs eğrisi gibi. Biraz yukarı, biraz aşağı, yok olana kadar. Lakin bazılarımızın hayatları bundan daha derin salınımlara gebe. -1 ile 1 arasında değil, -5 ile 5 arasında bile değil, -10 ile 10 arasında gidip geliyor. İster bipolar diyelim ister başka bir terim. Hüznü derin, mutluluğu yüksek deneyimliyor. Ayrıca düzenli olarak yükseklerden uçanlarla dipten yüzenler de azımsanacak sayıda değiller…
Her nasıl olursa olsun, bana kalırsa tüm salınımlara rağmen en değerli şey aynaya baktığında gördüğünden hoşnut kalabilmek. Her şeye rağmen. Pes etmekten korkmak. Daha da iyisi pes etmeyi istememek. Düştüğünde düştüğünü fark etmek ve hayatın sonuna kadar orada kalmayacağını bilebilmek. İnancını kaybetmemek. Aynadakine yani…
Halen buralardayken, kendinden vazgeçmeyecek ve kendini bir kalemde, bir başarısızlıkla, bir düşüşle silmeyecek kadar buralarda bir yerlerde fakat en makbulü kendi içinde kendine evin ve ailen olacak bir yer keşfedebilmek.
Ev; bir hikâye, bir meziyet, bir aşk, bir insan olabilir. Birden çok da olabilir; ne âlâ, doğru seçildikten sonra, güvende ve huzurlu hissettirdikten sonra. Dilerim ki hepimizin evi tüm saydıklarımdan önce kendi kalbimiz, ardından kendi beynimiz olsun. Çünkü bir gerçek var ki, hepimiz bir ömrü kendi bedenimizde, kendi beynimiz ve onun ürettiği düşüncelerde, o düşüncelerin doğurduğu duyguların içinde geçiriyoruz. Kaçış olmaksızın. Uykumuzda bile. Onun yönettiği rüyalarda dinlenerek… Yine de hep bir çıkış var. Görebilirsek. Çünkü onu gördüğümüz zamanlar mutlaka olmuştu. Yeniden olacaktır.
Kendimize sığınamadığımızda bu dünyada ve bu hayatta sığınabileceğimiz her yer geçici, ödünç. Tatile gittiğin yerde sığındığın o his gibi. Tatilden döndüğün yerde yine kendin var.
Son olarak, aynada gördüğümüze son ana kadar sarılmak isteyeceğimiz gibi olsun artık hayat; eğer bugüne kadar olamadıysa da…
Dipnot: Son bölümde doyamadığım sahnelerden biri var. Beth-Lucenko karşılaşması. Benlik algını yeniden oluştururken yardım istemekten korkuğun halde gelen Jolene yardımı gibi ansızın sana aynı rolü yapan o babacan ve onurlu Lucenko gibi bir idolden gelecek bir iltifatı reddetme ve sorgulama. Borgov karşısında içten içe tir tir titrerken gelecek o Townes-Benny Watts-Herry Beltik-Matt-Mike telefonundan ise umudu hiç kesme. “Hayat Borgov gibi bir rakip tarafından alkışlanıp, değerine sarılarak seni alkışlayacak sürprizlere hâlâ gebe,” diye düşünerek kumandanın kapatma tuşuna bastım…