Artık Korkun kalmadı, özgürsün .
V for Vendetta
BUYRUK
“Hey neler oluyor? Hay aksi. Deprem falan mı bu? Olamaz tsunami gibi bir şey mi ya da! İiimmdaaat!”
Bir anda olup bitivermişti her şey. Çok güzel, sıcacık pufuduk bir yere tutunup sarılıp sarmalanmışken ne olduğunu anlamadan devasa bir enjektörü andıran o tuhaf, vakumlu aletin içinde paramparça bir halde kalakalmıştım.
Süleymaniye Kadın hastalıkları ve Doğum Hastanesi’nin o tentürdiyot kokulu koridorlarında, dünya yirminci yüzyılı soluyorken, doksanların ayak sesleri yaklaşıyorken, ben ve benden arta kalan ne varsa veda ediyorduk işte her şeye.
Ben adı konulmamış, sırrı tüm ev ahalisinden saklanmış, sonra buruşturulmuş bir mektup gibi hayatın orta yerine fırlatılan et parçasıyım.
Yolculuğum nereye mi? Sormayın ne olur! Önce Patolji laboratuvarına, oradan da tıbbi atıkların arasında yok olmaya.
Yok olmak…
Yok olmak ne demek?
Yok olmak mümkün mü gerçekten?
Ne bir toprağım, ne bir adım oldu şunca yıldır. Hatıralarda bile yer bulamayan biriydim ben, biri bile değil bir şey hatta…
Altının yedincisi… Gözden çıkarılan… Cinsiyeti bile belli olmayan… Legal ve steril ama adaletsiz ve hoyratça, yırtıla kesile hayat ırmağında boğulan bir şey işte.
Peki ben şu anda kalemin, mürekkebin ve kağıdın bir araya gelişiyle beraber nasıl tekrar hayat bulabiliyorum?
Beni hatırlayan biri ya da birileri oldu mu acaba ? Ardımdan gözyaşı döken peki?
Peki ne oldu da varoluşun bambaşka boyutundayken, birinin göğüs kafesini tekmeler oldum. Annemin mi, babamın mı, kimin? Kim olduğunun bir önemi var mı, onu da bilmiyorum. Ama artık satırlara damla damla dökülüyor hikayem. Varoluşun başka bir katmanında adeta yeniden yaratılıyorum.
Merhaba ben Dilruba!
Neden bu isim verildi bana hiçbir fikrim yok ve neden bir kadın adı verildiğini de anlamış değilim.
Ama böyle buyurdu kalemkâr…
Ey kaleminin mürekkebini zamanın hokkasına daldırıp, yılların gözyaşını kağıda öykü diye yazan, nerdeyse otuzbeş yıllık sessizlik yeminimi mektup mektup açmaya niyetlenen sevgili kalemkârım.
“Sahi kimsin sen?”
Bulunduğum alemde kayboluyorum. Yolum senin cümlelerine çıkıyor. Yıllar önce doğamadığım ana rahminden şimdi bir kalemin rahmine doğuyorum.
Bugünü doğum günüm belleyeyim o halde.
Mis gibi çam kokulu bir ormandayım sanki. Neden peki?
AĞIT
Sertleşmiş ve buruşmuş ellerimle, artık sadece uçlarında kına kızılı kalmış olan bembeyaz saçlarımı ördüm, yıllardır ördüğüm gibi. Öksüz saçı olmasın istedim, dağınık, salkım saçak. Öksüz değilim elbette ama mazide bir yerlerde bir parçamı öksüz bıraktım biliyorum. Örgüye hasret bir can bıraktım. O günden sonra içime bitmek tükenmek bilmeyen bir hasret çöreklendi. Ne zaman o yorgun saçlarımı tarasam, öksüz bir kızın da saçlarını tarıyor gibiyim. Her hatırlayışımda, göz pınarlarım hep çağıldıyor, kâh akıyor kâh donuyor. Yıllardır ruhuma tortu tortu birikmiş nedamet hissi, çamura batmış çizmelerle dik bir dağa tırmanmaya benziyor. Zaman geçtikçe ağırlaşıyor içimdeki sır. Çok ama çok yorgunum. Ne yapmam gerektiğini de bilmiyorum.
Geri dönüşü olmayan nefessiz bir miras var, kendime geçmişten bıraktığım. Yüreğim sıkışıyor zaman zaman. Beyaz tülbentimin ucu, her duadan sonra ıslana ıslana pörsüdü. Hiç mühim değil. Bu, kızımı hatırlatan yemeni. Kızım diyorum çünkü öyle hissediyorum. Doğsaydı kızım olacağına eminim. O günün takvim yaprağında görmüştüm. Yoksa nereden bilecek, nereden duyacaktım böyle alengirli bir ismi. Dilruba… Anlamından ziyade tınısı, söylenişi hoşuma gitmişti. Doğsaydın yavrum, sana bu ismi verirdim diye fısıldamıştım karnımı tutup. Ama sözüm ne zaman dinlenilmişti de şimdi dinlenilecekti ki.
Kayıp gittin hayatımdan işte yavrucağım. O günün şartlarında, rutubetli, her sonbahar – kış mevsiminde bir duvarından zift akan, kömür sobasıyla ısıtmaya çalıştığımız, susuzluktan kıvrandığımız o yıllarda olmadı be yavrum. Cesaret edemedik işte. Beni destekleseydi baban yine de yer açardım sana da… Çok kızdı bana. Neden dikkat etmediğime çok kızdı. Çok sinirlendi. Daha çok ama çok küçüktün. Bir zamanlar annesinin de başvurduğu ve o dönem kınadığım yönteme şimdi istemeye istemeye ben de başvuruyordum. Hiçbir bahanesi yok biliyorum. O kadar çocuğa yer açan sana da yer açmalıydı belki. Ya da bu safhaya gelmeden önlem almalıydık. Çok ama çok üzgünüm. Seni orada o koridorlarda yapayalnız bıraktım.
Cahilim. Ama kötü değilim. Seni hep merak ettim. Hep özlemini ciğerimde hissettim. Teselliyi dualarda, ev işi yaparken mırıldandığım, kendi uydurduğum türkülerde buldum. Kimse bilmedi ama ben içimdeki mahzenlerde senin hep yasını tuttum. Acımı yıllandırdım. Saçlarıma yaktığım kına gibi ruhuna hep ağıt yaktım. Ben ruhunda ve kalbinin derinliklerinde seni doğuran, büyüten, saçlarını ören, sana isim koyan annen Şerife.
RÜYA
“Şimal Abla, Şimal Abla. Abla kalksana oyun oynayalım.”
“Sen kimsin?”
“Kardeşinim ya ben senin.”
“Kardeşim mi? Ama hiç benzemiyorsun kardeşlerime”
“Sen beni hiç görmedin ki!”
“Anlamadım.”
“Henüz tanışmadık.”
“Nasıl olur?”
“Ben kardeşlerimi bilirim. Kardeşim olsan seni bilirdim.”
“Bana inan. Kardeşinim ben senin. İnanmıyorsan anneme sor.”
“Anneme mi?”
“Evet.”
“Hadi öptüm.”
“Ama söz ver. Kardeşin olduğuma inanırsan oyun oynayacağız. Saçlarımı da örersin değil mi? Annem benim saçlarımı hep örer de.”
“Hı!!! Dur, duuur…”
Sabah ezanıyla uyandığımda kan ter içinde kalmıştım. Korku değil, şaşkınlık ve merak duygusuyla uyandım. Önce bu duyguları hissettim, sonra rüyamı yavaş yavaş hatırlamaya çalıştım. Her bir cümleyi hatırladığıma şaşırdım, zira ben neredeyse hiç rüya görmem. Görsem de hatırlamam. Sadece rüya işte, diye düşünsem de o merak kancası zihnime atılmıştı bir kere. Günlerce zihnimi kurcaladı.
MAHZEN
Bir tren bileti aldım. Ailemin yaşadığı yere Ankara’ya gittim. Annemle bol bol sohbet ettik. Sonra bir sohbet esnasında merakım merhametime yenik düştü. Otuz beş yıldır annemin ruh mahzeninde bir şarap gibi yıllandırdığı o sırra dokundu sorduğum soru.
“Anne, sana sormak durumunda olduğum bir şey var. Amacım seni üzmek değil. Ama bir rüya gördüm.”
“Hayrolsun inşallah yavrum. Neden üzüleyim ki?”
“Son aylarda rüyama girip duran bir kız çocuğu var.”
“Kız çocuğu mu?”
“Cevap vermek zorunda değilsin tabii. Ama bizden sonra başka bir hamileliğin oldu mu?”
Yüzünü okumaya, duygularını analiz etmeye çalışıyordum.
Önce donakaldı, uzaklara daldı. Sonra gözleri doldu. Hüzün, yağmur bulutları gibi çehresini sardı. Yıllardır akamayan yaşlar süzüldü yanaklarından. Ellerini pişmanlıkla ovuşturdu.
“Çok ama çok üzgünüm.”
“Anneciğim…”
“Hep pişman oldum. Hiç istemedim ondan ayrılmayı. Ama baban da destek olmayınca… Olmadı. Acısı yüreğimde kaldı.”
“Ya kıyamam sana ben.”
“Peki sen, sen nasıl bunu hissettin yavrum? Diğer kardeşlerinin değil de neden senin rüyana geldi? Bunca yıl sonra hem de! Ona bir isim bile vermiştim biliyor musun?”
“Dilruba mı?”
“Ne! Nasıl!”
“Kendisi söyledi.”
“Kendisi mi söyledi? Bu nasıl olur?”
Adını söylediğimde ruhunun mahzeninde yıllanmış, tozlanmış, demlenmiş ne kadar sır şarabı varsa hepsi paramparça oldu. Bütün saklı kalmış duyguları özgürleşti. Bir çocuk gibi bana sarıldı. O binbir zorluğa göğüs germiş bedeni sarsıla sarsıla, hıçkıra hıçkıra ağladı. Ben de ona sımsıkı sarıldım, ağladım, kınalı beyaz saçlarından öptüm.
“Biliyor musun anne? ‘Annem benim saçlarımı hep örer, sen de örer misin?’ dedi.”
“Hep ördüm, hep ördüm, onu öksüz bırakmamak için ördüm. Hatıralarımda hep yaşattım evet. Böyle baş edebildim, böyle teselli buldum. Bunu babandan başka bilen yoktu. Artık sen de biliyorsun.”
“Canım annem benim.”
“Ah canım kızım. Beni yargılarsın diye çok utandım. Ama öyle şefkatle sordun ki. Zaten artık içimde taşımanın çok zor olduğu bir sırdı. Anlatmak öyle iyi geldi ki.”
“Bak ne yapalım. Onun için çam ağacı fidanları bağışlayalım. Çocuk sevindirelim. Ona yapmak istediğin ne varsa başka çocuklara yapalım. Varlığını onurlandıralım. Bu onuru hak ediyor. Görüldüğünü, kabul edildiğini, artık sır olmadığını ona hissettirelim.”
“Haklısın canım kızım. Dediklerini yapalım kızım. Göremesek de bir yerlerde var olduğu hissi bana teselli oluyor.”
“Olur anneciğim. İlk fırsatta yapalım.”
“Yavrum benim, Şimal’im.”
CAN SUYU
Annemle kararlaştırdığımız ne varsa aldık. Dağıttık. Sonra da Dilruba adına çam ağacından hatıra ormanı yaptık. Çok güzel oldu. Dualar ettik. Can suyu verdik.
“Renksiz, kokusuz, çiçeksiz bu ağaçlar gibi seni de sadece varlık dünyasında bir iz bıraktığın için, sadece sen olduğun için seviyoruz, görüyoruz ve varlığını onurlandırıyoruz. Sevgili kardeşim Dilruba; adının anlamı gibi gönlümüzü kaptın, okşadın, bizi kendine bağladın, tekrar sevgiyle buluşturdun. Her zaman seninleyiz.”
NEŞE
Ben Dilruba… Artık bir çam ormanının içinde neşeyle koşuyorum. Saçlarım tertemiz ve örgülü. Burdan ailemi seyrediyorum. Artık sır değilim. Özgürüm.
Ben hiç büyümüyorum.
MUCİZE
Ne kadar ilginçtir ki kardeşimin yıllar önce bir kadın hastalıkları ve doğum hastanesinin bir odasında son bulan bedensel varlığı, otuz beş yılın ardından başka bir hastanenin doğumhanesindeki nöbet odasında yeniden şekilleniyordu.
Zihnimi kurcalayan, göğsümü tekmeleyen bu hikaye, kalemimden işte böyle doğuyordu. Ruhsal varlığı cümle cümle somutlaşıyor, sonsuza kadar var olabileceği bir hal alıyordu.
Ve böyle buyuruyordu içimdeki kalemkâr…
“Dr. Şimal hanım. Bir sezaryenimiz var.”
“Hemen geliyorum.”
Yeni bir yavrunun boyut değiştirişine, başka bir varlık alanına geçişine tanıklık etmeye gidiyorum.
Varoluşa, farklı boyutlarda izdüşümü olan her şeye, rüyaların rehberliğine, bilinmezliğin mucizevi oluşuna, yanlış his diye bir şeyin olmayışına dair düşüncelerle tentürdiyot ve tıbbi solüsyonların kokusu içinden geçerek ameliyathaneye ulaşıyorum.
Ameliyathane odasında annenin ağrısını dindirip rahatça ameliyat olmasını sağlayan, annenin rahmine ulaşıp bebeği özgürleştirmeye çabalayan ve bebeğe ilk müdahaleyi yapacak olan olmak üzere üç ayrı ekip var. Korku, heyecan ve merak duyguları içindeki anne birazdan kucağına alacağı mucizeye hazırlanıyor.
Ve geliyor… Islak, tüylü, cildi Verniks Kazeoza ile korunmuş ancak boynuna kordon dolanmış olduğu için ölüm ve yaşam arasında mora yakın renkte doğan, sonrasında göbek bağı kesilen, ısıtılıp ovuşturulunca ağlayan, ağladıkça pembeleşen ve hayata tutunan bir yenidoğan… Hoş geldin sevgili bebek.
İLLÜZYON
Doğum, ölüm, yaşam, rüya, uyku, uyanıklık… Varoluşun farklı farklı katmanları.
Belki gerçeklik sandığımız ve mevcut bedenimizle algıladığımız her şey sadece bir illüzyondan ibarettir, kim bilir.
Belki satırlarımıza doğan hikâyeler, kurgu deyip geçtiğimiz, hayal deyip küçümsediğimiz her şey, başka boyutlardaki yaşanmışlıkların, içinde nefes aldığımız bu aleme göz kırpışı ve başka boyutlardaki gerçekliğin kalem, kâğıt ve mürekkeple vücut bulduğu doğum şeklidir.

“Öksüz saçından belli olur” Anne Müzesi, Şermin Yaşar